En
abartısız deyimiyle tüm sanat dalları içinde en özgür ve kendini en iyi ifade
edebileceğin yoldur sinema. Nasıl ki gerçeklikten uzaklaşarak fantastik ve
bilim kurgunun uçsuz bucaksız mecralarını size yakın ederse, farkına varılmayan
ya da bilerek görmezden gelinen ötekinin de sesi olur sinema. Bir söyleşisinde
Farid Farjad “Müziğim neyse hayatım da odur” demişti. Aslında bu söz Ghobadi için de kendini
sinemasal açıdan en iyi ifade edebileceği
cümle. İlk kez Üniversite öğrencisiyken tanışmıştım Bahman Ghobadi ile,
izlediğim ilk filmi olan Serhoş Atlar Zamanı yeni bir kapıydı benim için.
Koşarak girdim o kapıdan, o kapı beni sonrasında Ghobadi’nin Ustası Kiarostami
ile, Farhadi, Makhmalbaf, Panahi, Farmanara, Mehrjui ve adını şu an
sayamadığım diğer ustalarla tanıştıran kapı oldu. Bu sinemayı özel ve benzersiz
kılan en güçlü yanı kuşkusuz bir çoğumuzun başka yerlerde görüp duyamayacağımız
hikayeleri minimalist sinemanın eşsiz güzellikteki diliyle bizlere anlatması.
Zira Ghobadi’nin diğer filmleri Yarım
Ay ve Kaplumbağalar da Uçar filmleri de türlerinde birer baş yapıttır.
Ghobadi, Serhoş Atlar
Zamanı filminde kamerasını az önce
bahsettiğimiz o ötekilere çeviriyor. Aslında hep orada olan ama hiçbirimizin
dikkate almadığı, ne doğumları, ne ölümleri, ne de hayatları hiç kimsenin çokta
umurunda olmayan o sessiz kalabalığa. Sınırın bu yanı veya öte yanı fark eder
mi? Sınırın bu yanında Hudutların Kanunu filminde çaresizliğine yandığımız
Hıdır, diğer yanında imkansızlıklar içinde çırpınışına içimizin cız ettiği
Eyüp. Onlar kaçakçı, onlar bir nevi bu
hayata mahkum, ne çocuk olabilirler ellerinde oyuncak dillerinde gülücük ne de
yetişkin aileleriyle mutlu mesut. Hayat ağır yükünü henüz çocukken yükler
sırtlarına kimi ezilir gider bu yükün altında sessiz habersiz, kimi çocukluğuna
inat cesaretiyle, erdemiyle, onuruyla yetişkin olup kol kanat gerer kendi gibi
bebelere. Hikayemiz at sırtında kaçakçılık yaparak kardeşlerine bakmaya çalışan
Eyüp etrafında gelişiyor. Çok zor bir coğrafyada, çok zor bir iklimde, çok zor
bir hayat mücadelesi izlediğimiz filmde kaçak taşıyan atlar daha doğrusu
katırlar kışın donmasın diye sularına alkol katılmaktadır buradan alır film
adını. Ama bu kadar zorluğa inat çocukların birbirine duyduğu sevgi bağı en
büyük umuttur onları hayatta tutan. Gerçekten sevginin aşamayacağı güçlük
olmadığına bir kez daha inanırsınız film bitince. Dediğim gibi aslında filmdeki
manzaralar ülkemizde de bildiğimiz, bizlere çok uzak manzaralar değildir. Ama
bizim sinemamız şehirde modernizm karşısında kimlik buhranı yaşayan yalnız
entellektüelleri konu edinir kendine daha çok. İmkansızlıklar içinde her zaman
harikalar yaratan İran sineması yine farkını gösteriyor. İddia ediyorum böyle
bir film günümüz Türkiyesi’nde çekilemez; herkesin inatla bizlerden özgürlükler
anlamında çok geri göstermeye çalıştığı İran’da 17 sene önce Ghobadi böyle bir
film çekebiliyor. Ve eminim ki ötekilerin çığlığı bu filmde olduğu kadar geniş
bir coğrafyada yankılanmamıştır daha önce.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder