8 Ekim 2010 Cuma

Khaneh Siah Ast



Yazdığı şiirleriyle dilimizin ucuna gelen fakat diyemediklerimizi anlamlandıran,biraz daha derinden soluyarak yaşamı duymak isteyenlere hep birşeyler anlatmaya çabalayan Füruğ bu kez resimlerle yazıyor şiirini.Yine acıtıyor,yine kanatıyor,yine yüzümüze çarpıyor unutmaya çabaladıklarımızı.Herkesin uzaktan görünce bile hiç tereddütsüz kaçtığı cüzzamlıların arasına dalıyor,hayatlarına bir nebze ışık,bir nebze umut saçabilmek adına.Onlarla birlikte yaşıyor günlerce,yaşadığı insanlara insan olduklarını hatırlatıyor tekrar.O denli iyi işliyorki simatografik olarak ele aldığı konuyu belki filmin süresi biraz kısa ama bu kareler zihninizde silinmez izler bırakyor.Filmin bazı unsurlarıyla belgesel tadı vermesi duygusunu asla azaltmıyor.Tıpkı kısacık ömrüne sığdırdığı bunca ölümsüz eser ve güzellikler gibi bu yaklaşık yirmi dakikalık filmine de kendine has imzasını atıyor,bir dolu şey anlatıyor.İnsan ister istemez iç geçiriyor,ne olurdu biraz daha yaşasaydı,kim bilir daha bizi ne hülyalara sürükler,bize ne kapılar açardı diye.

15 Ağustos 2010 Pazar

Bashu,gharibeye koochak

1989 yılı yapımı İranlı yönetmen Bahram Beizai’nin hem senaryosunu yazıp hem de kamera arkasına geçerek yönettiği film.Behram Beizai sürekli sorgulayan biri.Nereden geliyorum,nereye gidiyorum,ben kimim sorularına yaptığı sorgulamalar sinemasına da yansıyor.Fars mitolojik kültürü söz konusu olduğunda ,İran performans sanatları tarihi boyunca hiç kimse Beizai'nin bunları kullanma konusundaki yetkinliğine ulaşamamıştır.Sıcaktan kavrulan bir çöl kasabasına yağan bombalarla başlıyor film.Her yerde patlayan bombalar ortalığı cehenneme çevirmişken,bombalara inat kararlı bir biçimde yoluna devam eden eski bir kamyon birazda şans eseri halen hareket halindedir.Düşen bombaların hızını kestiği bir anda duran kamyona küçük esmer bir çocuğun gizlice bindiğini görürüz.Kamyona gizlice binen çocuk İran- Irak savaşında köyü bombalanan ve ailesi ölen Arap azınlığa mensup Bashu’dan başkası değildir.Ertesi sabah içinde uyuyakaldığı kamyonetin durmasını fırsat bilip indiğinde bambaşka bir coğrafyaya geldiğini anlamakta gecikmez.Kuzey ve Güney İran arasındaki fark bariz bir biçimde ortadadır ve küçük Bashu gördüğü manzara karşısında şaşkınlığa düşer.Vardığı köyde kocası gurbette çalışan iki çocuk annesi Naii Bashu’yu himayesine alır.Ten renginin koyuluğundan Bashu’ya yaban gözüyle bakıp kendini ayıplayan köylülere de aldırış etmez.Muhtemelen yaşadıkları köyden dışarı çıkmadıklarından ve İran’daki kültürel farklılıklardan bihaber olduklarından çocuğu garipser hatta Farsça konuşamadığı için ona aptal damgası bile vururlar.Zorluklara İnat Naii Bashu’ya kol kanat gerip analık yapmaya devam eder,zamanla aralarındaki inanılmaz sevgi bağına şahit oluruz.Bir gün Farsça kendini anlatmakta çaresiz kalan Bashu Arapça olarak başına gelenleri Naii’ye aktardığında savaşın yeryüzündeki en yıkıcı,en kötü,en acımasız,en mutsuz şey olduğunu bir kere daha çarpar yüzümüze.En suçsuz,en günahsız olan Bashu’dur ama en büyük acıyı da o çekmektedir.Annesi yanarak can vermiş,babası göçük altında kalmıştır.Yer yer yaşadığı korku dolu anlar nedeniyle geçirdiği travmaların açtığı yaraları hiç beklemediği zamanlarda karşısına çıkan annesinin hayali iyi etmektedir.Naii Bashu’yu benimseyip sevgisini sundukça Bashu’da kaybettiği ailesinin boşluğunu bu sevgiyle doldurmakta her anlamda aldığının daha fazlasını vermeye çabalamaktadır.Öyle ki Naii hastalandığında çocuklara bakar, evi evirip çevirir.İyiden iyiye ailenin bir ferdi olmuştur.Hayatın oldukça zor ama bir o kadarda mutlu sürdüğü bu coğrafyada vefa,sevgi,sadakat gibi bazı değerlerin daha yoğunluğuna yaşandığına şahit olmasam bu film beni o denli içten etkilemezdi.İzlediğimde tıpkı diğer İran filmlerini izlediğimde dediğim gibi özlediğim ve hayal ettiğim sinema bu,bana en tanıdık gelen sinema dili bu dedim.İyi ki İran var,iyi ki İran sineması var yoksa bir şeyler hep eksik kalırdı.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Deli Deli Olma



-Hayatta; kin ve nefrette dahil tüm duyguların en güçlüsü sevgidir.

-Kadere inanın, çünkü sizin bir şey yapmanıza gerek kalmadan o sizi nerede ve ne zaman olursa olsun bulur ve götüreceği yere götürür

-Başkaları için sevgiyle yaptığımız şeyler aslında farkında olmadan kendimiz için yaptığımız en büyük iyiliklerdir.

-Delilik kararınca olduğu sürece hayatın tadı tuzudur.

-İnsanın kurtulması gereken en büyük iki hastalığı peşin hüküm ve sabit fikirdir.

-İnsanların çocuklardan öğrenebilecekleri en az öğretebilecekleri kadar çoktur.

27 Haziran 2010 Pazar

Karanlıktakiler

İstanbul’un ortasında kendisini dünyadan soyutlamış, görünmeyen cam bir fanusun içinde yaşayan bir anne ve bu fanusun dışına çıkmasına izin vermediği oğlu Egemen.Filmin hemen başında Egemen’in çalar saat yerine annesinin sesiyle uyanması aslında bir çok şeyi özetler nitelikte bir giriş olmuş.Anne, kendine ait yaşadığı dünyasında kendi doğruları ve değerleri çerçevesinde yaşamına devam ederken oğlu Egemen’in de farklı bir duruş sergilemesine engel olmaktadır.Oğlu olmadan bir hayat düşünemediği gibi oğlunun hayatının kendi değerleri doğrultusunda devam etmesi en büyük kaygısıdır.Evden dışarıya adım atmaya korkmakta, dışarıdaki her şeyi ve herkesi tehdit olarak algılamaktadır.Neden böyle bu diye baştan peşin hüküm sergileyip içten içe sinir olmak yerine az sabır diyorum.Aslında bana kalırsa hikaye Egemen’in üzerine kurulu ve açıkçası beni daha cezbeden, daha hoşuma giden kısım o taraf olmuş.Gülseren hanım başlı başına ayrı bir dünya, bu dünyanın mecburi sakini Egemen’in hikayesi içinde bulunduğu bu dünyanın havasından suyundan olsa gerek daha bir içe dokunur daha çok şey anlatmak ister gibi.
Egemen bir prodüksiyon firmasında ofis boy olarak çalışmakta fakat annesi kendisini devlet dairesinde memur zannetmektedir.Tıpkı aileyi çok zengin ve asil zannettiği gibi.İş dışında yapacak bir şeyi ve sosyal çevresi olmadığı için vaktinin çoğu ofiste geçer Egemen’in.Pazar gününü bile şirkete gelip motorunu yıkamakla geçirebilecek kadar yalnızdır.Rahatça bir şeyler anlatabildiği ve sohbet edebildiği tek kişi ise şirkette gece bekçiliği yapan tutunamamış müzmin bekar ağabeydir.Onun dışında sanki kimsenin umurunda değildir Egemen.Herkes ona yokmuş gibi davranmak konusunda elbirliği yapmıştır sanki.Açıkçası Egemen de bu duruma alışmış gibidir.İnsanlara merhaba demesinde bile bir çekingenlik, bir eziklik sezilir.Nadiren mutlu olduğu zamanlar şirket müdürü Umay hanımın ona söylediği birkaç tatlı sözün yarattığı sevinç ve heyecandan ibarettir.O kadar saf ve temizdir ki Egemen Umay hanımın çok sarhoş olduğu bir gece kendisine bazen buralardan her şeyi bırakıp gidesim geliyor sözünü unutamaz, kendine yorar.Ertesi gün kapısına dayanır ve hadi gidelim der.Ne olup bittiğinden habersiz olan Umay korkarak kapıyı bile açmaz Egemen’e.Issız ve yalnız cam fanusun içine geri iter onu.Filmi izlerken yer yer gel-git ler yaşamamak mümkün değil.Yeri geliyor sevgiye ve ilgiye muhtaç Gülseren hanıma üzülüyor,sonra hapsolduğu bu hengamenin içinde dayanılmaz bir yaşam süren Egemen’e iç çekiyorsunuz.
Çağan Irmağın filmi özellikle rahatsız edici olarak tasarlamış olması tesadüf değil.Bunu yapmayı istemiş ve başarmış.Zaten duyguları manipüle etme konusunda sinema endüstrisinde bunu en iyi yapan Amerikan sinemasına en yakın bulduğum isim Çağan Irmak.(Bkz. Mustafa Hakkında Her Şey - Issız Adam)Filmde sizinle oynuyor, bunu hissediyorsunuz ama kurduğu atmosfer, anlattığı hikaye ve seçtiği oyuncular bu konuda ona o denli yardımcı oluyor ki pekte göze batmıyor bu gerçek.Gülseren rolündeki Meral Çetinkaya’ ya bayıldım.Bir tiyatro geleneğinden gelmiş olduğu anlaşılıyor.Filmin finaline yakın yemek sahnesi de oldukça çarpıcı.Anne oğul ilişkisi üzerine kurulmuş, içinde gerilim unsurları da barındıran, başarılı bir psikolojik drama Karanlıktakiler.Finalde beraber motora binip gitmeleri bana kült film Harold & Maude ‘ye verilen bir selam gibi geldi.Bu arada unutmadan Vera’ya çok çok teşekkürler.

18 Haziran 2010 Cuma

Nosferatu;eine symphonie des grauens,bir korku senfonisi


Yönetmenliğini F.W. Marnau’nun yaptığı 1922 yılı yapımı beni benden alan filmlerin başında gelen sessiz sinemanın en önemli filmlerinden biridir.Alman ekspresyonizmini kanımca sinema tarihinin en iyi filmi olan Fritz Lang’ın “M” ve “Das Cabinet Des Dr. Caligari” ile birlikte temsil etmektedir.Sinemada Alman ekspresyonizmi dendiğinde akla ilk gelen göze batacak derecede jest ve mimiklerin kullanıldığı oyunculuk, haddinden fazla makyaj, gerçeküstücü dekor, ve siyah beyazı tadından yenmeyecek hale getiren ışıklandırma bu filmimizde de kendini göstermektedir.Ama türün diğer yapımlarından önemli bir noktada farklılık gösterir.Diğer hemen tüm filmler kapalı alanlarda ve stüdyolarda çekilirken Nosferatu açık alan çekimlerini de barındırır içinde.Günümüzde adından pekte söz ettiremeyen alman sinemasının aslında ne kadar sağlam temellere dayandığını gösterir.Kısaca konusuna değinelim;genç Hutter kendisine eski ve virane bir ev arayan Kont Orlock (Nosferatu) ya beğeneceğini umduğu bir ev hakkında bilgi vermek üzere Kont Orlock un gizemli ve korku dolu şatosuna doğru yola çıkar.Şato’da Kont Orlock ile karşılaştığında korkusunu gizlemeye çalışsa da bir an önce işini halledip gitmenin yollarını aramakta gecikmez.Fakat Kont Orlock Hutter ın kız arkadaşının resmini görür ve çok güzel bir boynu olduğunu söyleyerek onu gözüne kestirir.Bundan sonra bir kovalamaca başlar.Kont Orlock bir an önce genç kıza ulaşmanın Hutter ise ondan önce eve varıp kız arkadaşını kurtarmanın peşindedir.Dönemin sinemasal olanakları göz önüne alındığında filmin gerilim unsurlarını ne denli başarılı kullandığı,karakter yaratmaktaki başarısı,hikaye anlatımındaki akıcılık bugünün teknik olanaklarına rağmen eşdeğer bir film yapılamamasıyla daha da iyi anlaşılıyor.Sinema tarihinde yapılan ilk vampir filmi olması ve bu türe yol açması sebebiyle de özel bir filmdir Nosferatu.


24 Mayıs 2010 Pazartesi

Bylem Zolnierzem;savaşın soğuk yüzü…


Her yer alev alevdi.İki taraftan da ateş ediliyordu.Dünya yanıyor gibiydi.Patlamalar gerçekten çok kuvvetliydi.Terimi silmek istedim ve ter sandığım şeyin kan olduğunu fark ettim.Vücudumu yokladım ve her yerimin kan olduğunu fark ettim.Temizlemeye çalıştım ama hiç sonu gelmedi.Kendi kendime düşündüm bana ne olacak diye.
Doktorlara saatin kaç olduğunu sordum.Çünkü eğer gündüz ise,hiçbir şey göremiyordum.Gece mi gündüz mü bilemiyordum.Sadece etrafımdaki telaşı,koşuşturmaları duyuyordum.28 yıl boyunca görebilmiştim.Sağlıklı bir adamdım ve enerji doluydum.Ve şimdi kör bir adam olmuştum.Buna devam etme fikrini anlamıyordum.Görme yetim olmadan var olmaya son vermek istiyordum.Sonra asla kız arkadaşım olmayacak diye düşündüm.Çünkü beni artık istemeyeceklerdi.O gece bütün düşüncelerim artık benim için hiçbir şey kalmadığına yönelikti.
Bazen rüyalarımda, geçmişimle ilgili olmayan şeyler görürüm.Hiçbir rüyada göremediğim olmadı.Gri,siyah veya beyaz rüyalarım yok.Benim rüyalarım renkli.Eğer bir günüm ya da bir saatim daha olsa…Sadece kardeşlerimi görmek için, annemi ve babamı…En büyük arzum kendi çocuklarımı görmek olurdu.
O zamanlar görevim savaşmaktı…Eğer savaştaysanız her şey olabilir.Sakat kalmanın her türlüsü berbattır.Ama en kötüsü kör kalmaktır diye düşünüyordum.Artık bunu düşünmüyorum.Çiftçiliği severdim.Çevreyi güzelleştirirdim.Yani bir anda her şey yok oluyor.En çok bu üzüyor insanı.Şimdi bile acı çekmeye devam ediyorum.
Kabahat savaştadır,başka bir şeyde değil.Sadece savaşlar suçludur.Savaştan tek parça çıksanız dahi,büyük kayıplara uğrarsınız.Savaşlar iyi şeyler getirmezler.Sadece yok eder,yıkar ve sakat bırakırlar.Bir an önce bunların bitmesini, her şeyin sona ermesini ister, zamanı sayarsınız.Bunu kim anlayacak?Bunları barış uğruna isterim,herkes için barış.


2 Mayıs 2010 Pazar

Rope

-Her ne kadar üstün bir insan olduğunuzu düşünseniz de bu size cinayet işleme hakkını vermez.
-Kimin hayatının daha önemli ya da önemsiz olduğunun kararını kimse tek başına veremez.
-Söz konusu bir cinayetse kimseyi işinize ortak etmeyin.
-Ne kadar iyi hesaplanırsa hesaplansın bir cinayet arkasında mutlaka izler bırakır.
-Bir cinayetin felsefi bir temeli olması bile o cinayeti haklı göstermeye yetmez.
-Hayatta şakaya gelmeyen işler vardır,ya hiç yapmamalı ya yapınca hakkını vermeli.
-İşlediğiniz bir cinayeti gizleyebilmek için çelik gibi güçlü sinirlere sahip olmanız gerekir.
-Suç ve ceza her katilin hatmetmesi gereken bir kitaptır.

19 Mart 2010 Cuma

Kendine bir iyilik yap ve yaşamı yaşamayı seç

Ne efsanevi ikililerle tanıştırmıştır bizi yedinci sanat.Bonnie&Clyde,Butch Cassidy&Sundance Kİd,Thelma&Louise.Ama hiçbiri bende Harold&Maude'nin bıraktığına benzer bir etki,bir tat bırakmadı.Öylesine farklı,aroması öylesine özel bir tat ki bu kolay kolay etkisi geçmiyor.Çocukken yediğiniz bahçe domatesi,erik ya da kiraz gibi hep hatırlıyorsunuz.Delikanlılık çağlarını yaşayan Herold, kafası karışık ve mutsuz bir biçimde annesinin dayattığı burjuva yaşantısına devam etmektedir.Bir yandan annesinin dikkatini çekebilmek diğer bir yandan da sürdüğü hayattan duyduğu hoşnutsuzluğu dışa vurmak için sürekli intihar girişimlerinde bulunmaktadır.Bir bakarsınız kendisini salonda asmış,sonra banyoda bileklerini keserek intihar etmiş süsü verdiğine şahit olursunuz.Annesinin evlenmesi için eve çağırdığı kızlarla görüşmesi olmadığı zamanlarda kendini daha rahat hissettiği cenaze törenlerinde almaktadır soluğu.Yine böyle bir törene gittiği bir gün Maude'ye rastlar.İlk göründüğünde besbelli eder bir"turuncu"olduğunu Maude bize.Giyimi,saçları,konuşması,insanlara olan tavırları.Maude katıldığı cenaze törenlerinden tanımadığı insanların arabalarını çalarak ayrılmaktadır.Ölümün bunca yakın hissedildiği bir zamanda dünya malının değersizliğini insanlara daha çarpıcı bir biçimde göstermenin daha başka bir yolu olabilir mi?Varın onu siz düşünün.Harold içinde olduğu bu bocalama döneminde Maude'ye tutunur sıkıca.Su gibi akar herşey aralarında.Maude Harold'u evine davet eder.Ev dediysem;nasıl bir evi olabilirse Maude'nin öyle bir ev işte.Tren vagonundan bozma bir karavan.Ama içi öylesine iyi dekore edilmiş,öylesine güzel eşyalarla donatılmıştır ki hayran olursunuz. Maude'ye bir parantez açmak isterim burada.Yaşı seksene dayanmış bu teyzede; ki teyze demeye de dilim varmıyor,öylesine bir yürek vardır ki benim diyen gençlere taş çıkarır.Bir aktivisttir bir defa,savaş karşıtıdır,Harold'ın yaptıklarından bıkıp onu orduya gönderen annesinin planını Harold'la işbirliği yaparak orduya yazılmasının önüne geçer.Hayatta kendisini ve sevdiklerini mutlu eden şeylere sıkı sıkı bağlıdır.Ruhunu rahatsız eden şeyler karşısında da onurlu ve dimdik bir karşı duruş sergileybilmektedir.Kolundaki dövmeden dünya savaşları sırasında muhtemelen esir kamplarında kaldığını anladığımız Maude'nin böylesine bir geçmişe sahip olup böylesi bir duruş geliştirebilmesi hayat karşısında gerçekten hoş.Filmin geneli alkışı fazlasıyla hak ediyor zaten.Hikaye anlatımı,alttan alta yaptığı ve yaptırdığı sorgulamalar,aşkı alışılmışın dışında ele alış tarzı.Ama özellikle değinmek istediğim yerler de var.Şehirde gördüğü,yer yer kurumuş olan ve hasta olduğunu düşündüğü ağacı oradan alıp ormana götürerek ekmeleri anlatılamaz bir şey.Deniz kıyısında oturdukları bir gece Harold'un kendisine verdiği yüzüğü suya atarak."Artık nerede olduğunu her zaman bileceğim" demesi sarsıcı."İnsanlarla çok iyi anlaşıyorsun" diyen Harold'a "Onlar benim türdeşim " diye cevap vermesi naif.Bu film olmazsa olmazlarım arasında yerini aldı bile.Tıpkı Orson Welles'in "Yurttaş Kane"'i,Fritz Lang'ın "M"'i,Coen Kardeşlerin"Orada Olmayan Adam"ı,Franklin Schaffner'in "Kelebek"i gibi.Unutmadan eklemeliyim ki filmi çok iyi tamamlayan bir diğer unsur da Cat Stevens'ın yaptığı müzikler.Durup durup çalan "If you want to go,go.If you want to love,love" filmde serinletici bir meltem etkisi yaratıyor.Efenim ısrarla ve üzerine basarak söylüyorum,izleyin,izlettirin.



17 Mart 2010 Çarşamba

Bir cinnet her şeyi halleder


Yüksel Aksu’nun yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metrajlı film Dondurmam Gaymak.İlklerde rastlanılan o acemilik ,o ürkeklik kesinlikle yok; ama diğer yandan film tam anlamıyla bir amatör ruha sahip.En çok dikkati çeken unsurlardan biri de hemen hepsi amatör olan ve yöre sakinlerinden oluşan oyuncu kadrosunun bu coğrafyanın binlerce yıllık tragedya geleneğinin mirasçıları olduklarını kanıtlarcasına sundukları oyunculuk ziyafeti.Sanki bu mirasa ve bu geleneğe bir selam duruşu gibi.Yöre insanın sıcaklığı, samimiyeti filmin her karesine sinmiş adeta, bunu yörede yaşayan ya da bu kültüre tanıdık olanlar daha iyi bir şekilde anlayabiliyor.Filmin konusu oldukça basit ama amacına ulaşmasına asla engel olmayan bir basitlik bu.Büyük dondurma tekellerine karşı hala eski geleneklere göre dondurma üretip satan kahramanımızın Don Kişotvari hikayesi ve mücadelesi anlatılmış.Bu aslında bir anlamda büyük marketlere yenik düşen mahalle bakkalımızın , zamanla yok olan yazlık sinemalarımızın ve buna benzer yitirdiğimiz değerlerimizin ve zenginliklerimizin de bir hatırlatıcısı gibi geldi bana.Gelişmenin sözüm ona modernleşmenin bizlerden aldığı o insani tarafa sanki bir daha dönüp bakmamızı , sahip çıkmamızı ister gibi.Yaratıcı, doğal, samimi ve uzun yıllar sonra bile hatırlanacak başarılı bir film.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Koro

Küçüklerin dünyası her daim hepimiz için şaşırtıcı ve bir o kadar da öğretici yaşanmışlıklar barındırır içerisinde.Hal böyle olunca sinemanın böylesine bereketli toprakları işlememesi elbette düşünülemez.Hikayemiz Fransa’da yatılı bir okulda geçmektedir.Okul ki ne okul,hani şu hepimizin bildiği papaz okulları vardır ya,hani çocukken o kadar çok kötü anınız olur ki bu sizin ömür boyu hastalıklı bir yaşam sürmenize yeter de artar, onu bile aratan cinsten yer yer.İşsiz olan müzik öğretmeni Clement Mathieu okula gözetmen olarak atanır.Problemli öğrencilerin eğitim gördüğü bu okulda asayiş baskıcı ve despot okul müdürü Rachin tarafından sağlanmaktadır.Nasıl mı?Bunu bilmek için öğretmen olmaya gerek yok.Çok alışıldık bir biçimde.Etki tepkiyi doğurur.Eğer ortada bir suç veya kabahat varsa bu en ağır biçimde cezalandırılmalıdır.Bunun neden olduğu ya da bir daha olmaması için ne yapılması gerektiği hiç mi hiç önemli değildir.Zaten her biri problemlerle boğuşan bu çocukların böylesi bir ortamda sorunsuz bir şekilde eğitim görmeleri elbette düşünülemez,üstelik böylesi bir eğitim kadrosuyla.Hal böyle olunca çocukların bu okulda öğrendikleri yegane şey nefret,kin ve sevgisizlik oluyor.Ta ki bay Clement okula gelene dek.Neyse ki bay Clement diğerleri gibi “kör” değildir.Öğrencileri bir süre tanıdıktan sonra onlara kendilerini mutlu hissedecekleri,hem kendilerinin hem de arkadaşlarının varlıklarını bütünleyecekleri bir müzik korosu kurmak için kolları sıvar.Öğrenciler ses tonlarına göre tek tek gruplandırılır.Kısa süre sonra çalışmalar başlar.Umulmadık derecede sahiplenir öğrenciler koroyu.Severek şarkı söyledikleri, yaşadıkları bu sefil ve sevgisiz hayatta müziği bir kaçış olarak gördükleri her hallerinden bellidir.Ha çürük elmalar yok mudur.Vardır elbet.Sanırım bunların elenmesi tüm topluluk adına en doğru olanı.Filmimizdeki bütün çocuklar filmi özel bir film haline getirme konusunda çok büyük katkılar sunmaktalar.Ama filmde Pierre ismiyle yer alan Jean Babtiste Maunier’e ayrı bir parantez açmak gerek.Pierre in filme sesiyle kattığı renk oldukça iyi.Hatta okula destek olan yardımsever okul annesine verilen konser sırasında bu doruğa çıkıyor.Bu sese kayıtsız kalmak gerçekten zor.Cennette bir müzik çalınıyor olsa herhalde buna benzer bir şey olur diye düşünmekten alamadım kendimi.Her şey oldukça güzel giderken günün birinde bay Clement çocukları müdürden habersiz gezmeye götürür.Tesadüf bu ya tamda o sırada okulun bir kısmında yangın çıkar.Bu yaşananlar bay Clement’in eğitim sistemini pek onaylamayan ve onu kurdukları küçük dünyalarına karşı bir tehdit unsuru olarak gören müdür ve tayfasına koz olur.Okuldan ilişiğinin kesilmesi pek uzun sürmez.Bay Clement’in okuldan ayrılması sırasında çocukların onu uğurlamaları gerçekten yürekleri okşuyor.Çocukça.Final sahnesi ekilen ekinlerin başak verdiğinin en güzel göstergesidir. Hasat zamanı yakındır.Yüzlerini güneşe dönmüş başaklar rüzgara karşı başları dik salınmaktadırlar.

31 Ocak 2010 Pazar

Mişto,mişto.Bitmeyen bir çingene masalı:Gadjo Dilo

Gadjo çingene dilinde çingene olmayan anlamına geliyor.Dilo ise çılgın ya da deli manasına.Stephane,yani Gadjo Dilo babasından kalan bir kasette sesinden çok etkilendiği bir çingene şarkıcının izini sürmek için yollara düşer.Çok etkilendiği ve kendisi için çok önemli olan Nora Luca’yı bulmayı kafasına koymuştur.Çingenelerin yaşadığı bir köye varır soğuk bir kış gecesi.Stephane’ı köyde oğlunun hapse atılması nedeniyle üzüntüden kendini içkiye vermiş olan İzidor karşılar.İzidor’un sonu gelmeyen ısrarları karşısında bir şişe votkayı paylaştıkları gecenin sabahında Stephane kendini İzidor’un evinde uyurken bulur.
Köy halkı ilk karşılaşmanın verdiği korkuyla karışık şaşkınlık
içinde bu yabancı adamdan çekinir ve onu kabullenemez.Ama Stephane’nın cana yakın tavırları ve İzidor’un çabaları sonucu Gadjo Dilo kısa bir süre sonra köyden birisi gibi olur.Bir yandan bir parçası olmaktan günden güne daha fazla mutluluk duyduğu köyü tanımaya onlara yakınlaşmaya çabalarken Nora Luca’yı aramayı da ihmal etmemektedir.Ama hep söylenen bir meseldir ya,Uzaklarda arama denir ya.Bazen çok da uzaklarda aramamalı.Gadjo Dilo’yu izlerken sanki daha önce hiç kamerayı görmemiş ve ne olduğunu bilmediği içinde oldukça rahat ve doğal görünen bir insan topluluğunun belgeselini izliyor hissine kapılıyorsunuz.Hele İzidor rolündeki İzidor Sorban.Şapka çıkarmaktan başka söyleyecek söz bulamıyorsunuz. O denli akıllara kazınan bölüm var ki filmde.Eve elektrik getirdikleri bölüm,düğün sahnesi,cenaze sahnesi.Hele gramofon yaptıkları bölümü izlerken sinemanın nelere kadir olduğu ve nasıl mucizeler yaratabileceği karşısında şaşkınlığınızı uzun süre atamıyorsunuz üzerinizden.Acısıyla tatlısıyla sımsıcak bir film.Çingenelerin hayatlarındaki o bütün tatlar,o bütün baharatlar sinmiş filme son zerresine değin.İyi ki çingeneler var,iyi ki çingeneler böylesine masalsı hayatlar sürüyorlar ve iyi ki bize bu hikayeyi var eden Tony Gatlif var.Sonu mu, bir çingene masalının sonu nasıl olur ki?Tıpkı çingenelerin hayatı gibi,kah gülüyorsun,sonra bir bakmışsın boğazın düğümleniyor.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Rocco Ve Kardeşleri

2006 yılında Kars Altın kaz film festivalinde ilk kez izleme şansı bulduğum,İtalyan yeni gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden Luchino Visconti imzalı 1960 yapımı sinema şöleni.Film kısaca italya’nın yoksul bölgesinden kaçarak Milano’ya gelen bir ailenin çözülüşünü ve şehir hayatı karşısında yaşadığı hüsranı anlatmaktadır.Başrollerde Alain Delon,Renato Salvatori ve Annie Girardot yer alır.Bir çok sinema eleştirmeni ve yazarı tarafından gelmiş geçmiş en iyi 100 film arasında gösterilen ve özellikle sinefililerin izlemesi gereken bir film.1937 yılında İtalyan diktatör Benito Mussolini tarafından propaganda filmleri yapmak amacıyla kurulmuş büyük Cine Citta film stüdyolarına inat sinemayı sokağa,insanların arasına yani hayatın kalbine çekmeye çalışan ve bu amaçla doğan İtalyan yeni gerçekçiliğini Ladri di Biciclette(Bisiklet Hırsızları)Le Notti di Cabiria(Kabirya Geceleri) gibi filmlerle birlikte en iyi temsil ettiğine inandığım film."



14 Ocak 2010 Perşembe

Bazı Çocuklar-A Certi Bambini

Sevdiğim bir şair şöyle diyor;Çocukların ulusu yok.Evet hakikaten öyle çocuklar dünyanın her yerinde aynı.Pazarlıksız,sevgi dolu,koşulsuz.Evet aynılar ama her zaman her yerde çocuk kalamıyorlar yazık ki.Rasario,İtalyan mafyasının tabiri caizse merkezi olmuş Napoli şehrinin banliyösünde yaşayan 11 yaşında bir çocuktur.Küçük yaşına rağmen hasta ve yaşlı büyük annesinin bakımını üstlenmiş arda kalan zamanda da hayatın hiçte çocuklara kendi rollerini oynama fırsatı vermediği bu yerde ayakta kalmaya çabalamaktadır.Bu yaşında büyük annesinin sorumluluğunu üstlenmesi onun erkenden olgunlaşmasında önemli bir etken olmuştur.Diğer bir yandan yaşadığı yerde varlığını sürdürebilmenin temeli en az yetişkinler kadar hatta onlardan da fazla yetişkin olmaktan geçmektedir.Küçükten başlayarak suça karışıp karanlık işler çevirmek buradaki çocuklar için en az okula gitmek ya da oyun oynamak kadar doğal görünmektedir.Rasario etrafındaki birkaç arkadaşıyla birlikte sokakların dilini hatmetmeye dursun günler birbirinin aynı geçip gitmektedir.Lakin günün birinde Catarina’yı ilk gördüğü andan itibaren tutkulu bir şekilde bağlanır ona.O yaşta bir çocuktan pekte beklenmeyecek düzeyde Catarina’yı elde etme,onu sahiplenme hırsı kaplar içini,öyle ki erkek arkadaşını onunla birlikte gördüğünde içinde erkek arkadaşına karşı büyük bir nefret ve kinin uyanmış olduğunu görebilirsiniz.Sırf ona daha yakın olabilmek adına yaşadığı yere gidip gelmeye başlar sık sık.Catarina’yı ağır yaralı bir biçimde hastaneye götürdükleri bir gün Rasario’da soluğu hastanede alır.Catarina kan kaybetmekte fakat müdahale etmesi için beklenen doktor bir türlü ortalarda görünmemektedir.Bir süre sonra bağrışmalar arasında doktor gelir,sedyede yatan Catarina’nın nabzına bakar ve gayet olağan ve oldukça umursamaz bir tavır içinde öldüğünü söyler.Gördükleri karşısında öfkesini dizginleyemeyen ve bu durumda sorumluluğun doktora ait olduğunu düşünen Rasario doktoru ayağından vurarak yaralar.İşlediği bu vukuat kendisini bataklık misali günden güne suç dünyasının içine çekecektir.Filmin ilginç bir kurgusu var.Rasario’nun metro yolculuğu sırasında yaşadığı ve kronolojik olarak her zaman birbirini izlemeyen geri dönüşler görüyoruz. Özellikle Rasario rolünde Gianluca Di Gennaro’nun oyunculuğu oldukça iyi.Başta da söylediğim gibi çocukların bir şekilde içinde olmak durumunda kaldıkları büyüklerin acımasız koşullarındaki bocalamaları,çabaları,yaşanmışlıkları anlatılıyor.Elbette İtalya’ya özgü bir durum değil ve dünya üzerinde her yerde,belki yaşadığımız şehrin arka mahallelerinde benzer hikayeler yaşanmakta.Yaşanan ahlaki bunalımlarla özellikle bizden sonraki nesiller için daha da içinden çıkılamaz bir hale gelen dünyamıza;çocukları işaret ederek yüz yüze oldukları,olduğumuz durumu cesur ve oldukça gerçekçi bir biçimde irdeleyen bir film A Certi Bambini.Ama işin asıl dramatik tarafı çocuklar bir süre sonra yaşadıkları bu hayatı kanıksamakta ve etraflarında olanlar hatta işledikleri onca suç onlara oldukça doğal gelmektedir.Yoksa az önce hiç tanımadığı bir adam öldürmüş bir çocuğun hiçbir şey olmamış gibi kısa bir süre sonra futbol oynaması başka türlü nasıl açıklanabilir ki.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Radyo tiyatrosu tadında bir film:Charade

Yolun yarısına gelen ya da merdiven dayayanlar iyi bilirler radyo tiyatrolarını.Hani televizyonların henüz pek yaygınlaşmadığı,radyoların evimizde muteber bir yerinin olduğu,bir sonraki bölümünü heyecan ve merakla beklediğimiz,başladığında cümbür cemaat başına geçip pür dikkat kesildiğimiz radyo tiyatroları.1963 yapımı, yönetmenliğini Stanley Donen’in yaptığı filmimiz gerçek anlamda bir radyo tiyatrosu zevki verdi bana.Filmimiz kendine mekan olarak Paris’i seçmiş.Bir defa bu bile başlı başına çok şey katmış filme.Tıpkı Paris’te Son Tango(Last Tango In Paris)Paris’te Bir Amerikalı(An American In Paris)Paris’i Son Gördüğümde(The Last Time I saw Paris)Serseri Aşıklar (A Bout De Souffle) gibi aklıma ilk gelen filmlere kucak açıp ev sahipliği yaptığı gibi filmimizi de güzelliklerinden mahrum bırakmamış bu güzel şehir. Reggie Lambert (Audrey Hepburn) eşinden boşanmak üzereyken eşi beklenmedik bir biçimde öldürülür.Reggie’nin kocası II.Dünya savaşında OSS’den ortaklarıyla beraber çalmış olduğu parayla birlikte tüm mal varlıklarını da öldürülmeden önce nakde çevirmiştir.Ne var ki bu para da kendisiyle beraber ortadan yok olur.Kısa bir süre sonra bu güzel dul bayan kendisini baş döndüren bir kovalamacanın tamda ortasında buverir.Aralarında Peter Jashua’nın (Cary Grant) da bulunduğu bir çok adam paranın Reggie’de olduğu düşüncesiyle onun peşine düşer.Filmde ciddi anlamda bir isim enflasyonu olduğundan isimleri tek tek belirtmeyi istemedim.Gözü iyice korkan Reggie soluğu Amerikan elçiliğinden bay Bartholomew’in yanında alır.Yaşadıkları ve bir anda kendini içerisinde buluverdiği olaylar hakkında gereken bilgileri bay Bartholomew’den alınca işin vahameti ve içerisinde bulunduğu tehlikenin büyüklüğü konusunda korkusu bir kat daha artar.Paranın izini süren bu adamlar bir süre sonra teker teker öldürülmeye başlarlar.
Etrafında olup bitenlerle zihni iyice karışan,kimin iyi kimin kötü olduğu konusunda karar vermekte zorlanan ve her yeni gelişme karşısında kime güveneceğini şaşıran Reggie bu süreçte Jashua’ya yavaştan aşık olur.Ne var ki hislerine karşılık bulduğu söylenemez.İkilinin arasında geçen diyaloglar oldukça eğlenceli ve esprili.Yaşananlara sebep paranın akıbeti gizemini korudukça filmdeki gerilim unsuru giderek tırmanıyor taa ki her şeyin belirginleşeceği ve izleyenleri sürprizlerin beklediği final bölümüne dek.Hitchcock filmlerini andıracak tarzda bir finale sahip filmimiz.Zaten Hitchcock hayranı her on kişiye yönetmeni gizlenerek bu film izletilse ve sonunda yönetmeni kimdir diye sorulsa eminim en az yarısı Hitchcock cevabını verecektir.Charade;barındırdığı gerilim unsurları,sonuna kadar olayların gizemini koruması,yaratıcı finali ve nüktedan karakterleriyle izleyene umduğunun fazlasını veriyor.Cary Grant,Audrey Hepburn ve Walter Matthau ‘yu da bir arada izleyebiliyor olmak cabası daha ne olsun.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Stranger Than Paradise


Coffee and Cigarettes ve Dead Man gibi kült filmlerin altında imzası bulunan bağımsız yönetmen Jim Jarmusch’un ilk filmlerinden Stranger Than Paradise.Willie hayatını at yarışlarından ve ara sıra katıldığı kumar partilerinden kazanmaya çalışan“Amerikan Rüyasının” kıyısında köşesinde kalmış kendi halinde bir gençtir.Ha bir de söylemeden edemeyeceğim;kendisiyle telefonda Macarca konuşan halasına ingilizce konuş diyebilecek kadar da geçmişini,özünü unutmuş biridir.Günün birinde Willie’nin kuzeni yeni bir hayata başlayabilmek umuduyla Macaristan’dan New York’a gelir.Hava alanından ayrılıp Willie’nin evine gelmek üzere şehrin arka mahallelerinden birindeki yolu arşınladığı sahneye dikkat diyorum.Zira ben böylesi uzun bir şaryo eşliğinde,kameranın hiç kıpırdamadığı,tek açıdan çekilmiş,yürüyen birinin bu kadar uzun süre aynı açıdan çekildiği başka bir plan hatırlamıyorum.Üstüne bir de Eva’nın elinde taşıdığı portatif kaset çalardan yükselen screaming jay hawkins’in söylediği “ı put a spell on you” eklenince “amanin boo diyorsunuz,müthiş şeyler izleyeceğim,belli”.Yani ilk dakikadan zevkin doruklarına çıkarıyor sizi Jarmusch.Eva’nın Cleveland’da yanında kalacağı halası bir süre hastanede yatacağından Willie’den kısa bir süre Eva’yı misafir etmesini ister.Eva ile Willie’nin ilk buluşması pekte sıcak ve dostane değildir doğrusunu söylemek gerekirse.Willie ve Eva her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar ve ilk zamanlar pek iyi anlaşamasalar da zamanla birbirlerine alışırlar.Hatta Eva’nın ayrılma zamanı geldiğinde Willie’nin bu duruma üzüldüğünü fark ederiz.Günün birinde Willie arkadaşı Eddie ile katıldığı bir kumar oyununda parsayı toplar.Artık paraları vardır.Soluğu Cleveland’da Lotte Hala’da kalan Eva’nın yanında almaya karar verirler.Eva belki de büyük umutlar besleyerek geldiği Amerika’da umduğunu bulamamış ve yaşadığı hayattan çok sıkılmaktadır.Willie ve onun en yakın arkadaşı Eddie’yi karşısında görünce hem çok şaşırır hem de çok mutlu olur.Cleveland’da kaldıkları birkaç gün içinde oldukça sıkılan iki kafadar tam da dönüş yolundayken fikir değiştirir,yanlarına Eva’yı da alarak Florida’ya gitmeye karar verirler.Bundan sonrası sürprizlerle dolu.Ama şunu söylemeliyim ki filmin sonu sürpriz olduğu kadar beklentilerden ve umulandan uzak.Filmimiz gerçekten bazen absürd,bazen komik,bazen de insanı durup düşünmeye sevk eden cinsten bir film.Jarmusch sineması inanılmaz anlamda minimalist ve bir o kadar da yaratıcı bir sinema.Yani bu ikinci filmini görünce sonraki filmlerini izlememiş olsanız bile bu adamı takip etmeli,bunda hayat var,kim bilir daha anlatacak ne öyküleri vardır diyorsunuz.Hani bu sinemaya biraz aşina olunca film çekmek için herkesin düşündüğü gibi elinizde çok eşsiz bir hikaye,Spielberg misali inanılmaz imkanlar ve maddi güç,müthiş teknik imkanlar ve çok geniş ve kapsamlı bir teknik ekibe ihtiyacınız olmadığı pekala ayan beyan ortaya çıkıyor.Yani bu kadar basit bir hikaye böylesine çarpıcı ve yaratıcı biçimde ancak bu kadar güzel anlatılabilir.Batı toplumlarında yaşanan insanın kendine yabancılaşması,topluma yabancılaşması,gittikçe yüzeyselleşen ilişkiler,insanların birbirlerine benzetilip basmakalıp ilişkiler yaşayan ezber bir toplum oluşturulması çok iyi anlatılmış.Filmin bir diğer artısı da bence siyah beyaz oluşu,yani izlediğimde bir çok yerde iyi ki renkli değil.Bu film siyah beyaz olmalıydı yoksa bu kadar iyi olamazdı dedim.Yani nasıl ki The Man Who Wasn’t There(Orada Olmayan Adam) filmi renkli bir film olamayacaksa bu da olamaz.Oyunculuklar oldukça iyi.Willie ve Eva göz dolduruyorlar.Özellikle Eva’nın ben farklıyım diyen o Doğu Avrupalı havası etkileyici.Ama asıl,az görünmesine rağmen en eğlenceli unsurlardan biri Lotte Hala.Özetle bendeki Jarmusch neylerse güzel eyler düşüncesini bir kat daha güçlendiren iyi bir film Stranger Than Paradise.