18 Mayıs 2018 Cuma

Sarhoş Atlar Zamanı


En abartısız deyimiyle tüm sanat dalları içinde en özgür ve kendini en iyi ifade edebileceğin yoldur sinema. Nasıl ki gerçeklikten uzaklaşarak fantastik ve bilim kurgunun uçsuz bucaksız mecralarını size yakın ederse, farkına varılmayan ya da bilerek görmezden gelinen ötekinin de sesi olur sinema. Bir söyleşisinde Farid Farjad “Müziğim neyse hayatım da odur” demişti.  Aslında bu söz Ghobadi için de kendini sinemasal açıdan en iyi ifade edebileceği  cümle. İlk kez Üniversite öğrencisiyken tanışmıştım Bahman Ghobadi ile, izlediğim ilk filmi olan Serhoş Atlar Zamanı yeni bir kapıydı benim için. Koşarak girdim o kapıdan, o kapı beni sonrasında Ghobadi’nin Ustası Kiarostami ile,  Farhadi, Makhmalbaf, Panahi, Farmanara, Mehrjui ve adını şu an sayamadığım diğer ustalarla tanıştıran kapı oldu. Bu sinemayı özel ve benzersiz kılan en güçlü yanı kuşkusuz bir çoğumuzun başka yerlerde görüp duyamayacağımız hikayeleri minimalist sinemanın eşsiz güzellikteki diliyle bizlere anlatması. Zira Ghobadi’nin diğer filmleri Yarım Ay ve Kaplumbağalar da Uçar filmleri de türlerinde birer baş yapıttır.


Ghobadi, Serhoş Atlar Zamanı  filminde kamerasını az önce bahsettiğimiz o ötekilere çeviriyor. Aslında hep orada olan ama hiçbirimizin dikkate almadığı, ne doğumları, ne ölümleri, ne de hayatları hiç kimsenin çokta umurunda olmayan o sessiz kalabalığa. Sınırın bu yanı veya öte yanı fark eder mi? Sınırın bu yanında Hudutların Kanunu filminde çaresizliğine yandığımız Hıdır, diğer yanında imkansızlıklar içinde çırpınışına içimizin cız ettiği Eyüp. Onlar kaçakçı,  onlar bir nevi bu hayata mahkum, ne çocuk olabilirler ellerinde oyuncak dillerinde gülücük ne de yetişkin aileleriyle mutlu mesut. Hayat ağır yükünü henüz çocukken yükler sırtlarına kimi ezilir gider bu yükün altında sessiz habersiz, kimi çocukluğuna inat cesaretiyle, erdemiyle, onuruyla yetişkin olup kol kanat gerer kendi gibi bebelere. Hikayemiz at sırtında kaçakçılık yaparak kardeşlerine bakmaya çalışan Eyüp etrafında gelişiyor. Çok zor bir coğrafyada, çok zor bir iklimde, çok zor bir hayat mücadelesi izlediğimiz filmde kaçak taşıyan atlar daha doğrusu katırlar kışın donmasın diye sularına alkol katılmaktadır buradan alır film adını. Ama bu kadar zorluğa inat çocukların birbirine duyduğu sevgi bağı en büyük umuttur onları hayatta tutan. Gerçekten sevginin aşamayacağı güçlük olmadığına bir kez daha inanırsınız film bitince. Dediğim gibi aslında filmdeki manzaralar ülkemizde de bildiğimiz, bizlere çok uzak manzaralar değildir. Ama bizim sinemamız şehirde modernizm karşısında kimlik buhranı yaşayan yalnız entellektüelleri konu edinir kendine daha çok. İmkansızlıklar içinde her zaman harikalar yaratan İran sineması yine farkını gösteriyor. İddia ediyorum böyle bir film günümüz Türkiyesi’nde çekilemez; herkesin inatla bizlerden özgürlükler anlamında çok geri göstermeye çalıştığı İran’da 17 sene önce Ghobadi böyle bir film çekebiliyor. Ve eminim ki ötekilerin çığlığı bu filmde olduğu kadar geniş bir coğrafyada yankılanmamıştır daha önce.

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Sakinliğin Sinemasal Dili; Still Life veya Tabiate Bijan

Sinema sanatı hareket eden ve devingen olanın üzerine kurgulanmış olsa da sinemasal anlatımdaki dilin oluşumunda hareketin temposu çok önemlidir diye düşünüyorum. Öyle ki; durağana yakın bir tempoya sahip bu enfes film kadar hiçbir film zamanın sanki olduğundan daha yavaş aktığı geniş İran coğrafyasında sizi hiç sıkmadan bu görece gerçeği daha iyi, daha çarpıcı anlatamazdı. Filmimizin hikayesi İran'ın küçük bir tren istasyonunda görevi tren geçtiğinde bariyerleri indirip kaldırmak olan Muhammet Serdari' nin gündelik yaşamı. Öylesine sade bir hayatları vardır ki; o ve yaşlı eşinin, tek göz evlerinde neredeyse 30 seneyi her gün aynı şeyleri yaparak geçirmişlerdir. Aralarındaki dil doğanın dilidir belki, doğada duyamadığımız bazen duyup anlamlandıramadığımız onca diller gibi, sessizliğin dili belki de. Zamanla söylemek istediklerini anlatmak için artık bir bakışın, bir duruşun yettiği kelimelere ihtiyaç kalmayan bir dil. Muhammet Serdari görevini büyük bir bağlılıkla yıllardan beri hakkıyla yapmayı kendine bir hayat amacı saymıştır. İşini çok önemsemektedir, sanki onun dünyası bu istasyondan ibaretmiş, o buradaki düzeni sağlamasa işler sarpa saracak evrenin ahengi bozulacakmış gibi önemser yaptığı işini. İşi olmadığı zamanlarda ise bolca tütün sarar, sigara içer, çok nadir olarak eşiyle havadan sudan birkaç kelime konuşur, ve geceli gündüzlü çalıştığı için tahta sedirinde dinlenir. Serdari'nin sade gündelik yaşamı bir gün görev yaptığı istasyona görevlilerin gelmesiyle birlikte değişir. Artık hiçbir şey onun için eskisi gibi olmayacaktır. Varlığına anlam katan bu istasyon ve işi artık bir başkasına devretmesi gerekmektedir. Emeklilik zamanı gelmiştir, lakin bu kavram kendisine o denli uzaktır ki emekli olduğuna dair mektubu kendisine ulaştıran ve okuma yazma bilmediği için kendisine okuyan demir yolları çalışanına ısrarla sorar. "Eee şimdi ne yapacağım?" Ezberi bozulmuş, tren rayları gibi dümdüz giden hayatı ansızın acı bir düdükle kesintiye uğramıştır. İçini bir kurt kemirmeye başlar.
Derken ansızın oğulları ziyaretlerine çıkagelir, üniformasından asker olduğunu anlarız. Serdari oğluna kendilerine mektup yazmadığı için sitem etse de oğlu mektup yazdığını söyler. Fakat eşiyle olan iletişim problemi oğlu ile de aynı şekilde ayan beyan sezilmektedir. Bütün gün halı dokuyan, yemek pişiren, ve çay demleyen eşine bir kelime etmeden günü geçiren Serdari'nin belli ki oğluyla da paylaşacağı, ona anlatacağı pek bir şeyi yoktur. Filmde taşra, öteki, unutulan, önemsenmeyen öylesine iyi bir şekilde işleniyor ki bu denli çarpıcı bir anlatım bu filmi çok özel kılmakta. Halı dokuyan, ilmek ilmek emeğini sabırla işleyen yaşlı ninenin halıları da simsarlar tarafından artık modası geçmiş olarak görülmekte emeğine saygı duyulmaksızın yaptığı halılar ederinin çok altına alınmaktadır.  Serdari taşrada devletin adeta unuttuğu bu köşede 30 yıl boyunca emek verdiği bu istasyonda yine emekli edileceğinde hatırlanır. Ama bu unutuluş, bu önemsenmeme hali ona özgü değildir, ihtiyar eşi de aynı kertede onun gibi unutulmuştur. Bu gelişme karşısında ne yapacağını bilemez, sonra şehre giderek konuşmaya karar verir. Belli mi olur, belki yapılacak bir şey vardır. Fakat kendisini ziyaret etmeye gelen zar zor bulduğu memur neredeyse yüzüne bile bakmaz. Yapacak bir şey olmadığını hatta mutlu olması gerektiğini söyler kendisine. Onun ve eşinin küçük dünyası yok hükmündedir artık. Bıkkın, üzgün, ne yapacağını bilemez halde ayrılır oradan. Son düdük çalmıştır artık. Son trende gitmiş, istasyon onun için anlatacağı hikayeleri bitirmiştir. Sohrab Shahid Saless'in başka bir filmini izlememiş olsam da sinemasından çok derinden etkilendiğimi söylemeliyim. O benim en sevdiğim kitlenin sinemasını çok sade, şiirsel bir dille yapıyor. Unutulanın, hatırlanmak istenmeyenin, önemsiz görülenin, sadenin, doğalın, çoğumuzun görüp farkına bile varmadığının sinemasını. Bu filmden daha önce hiç yemediğiniz bir yemeğin, hiç içmediğiniz bir şarabın, hiç görmediğiniz bir manzaranın, hiç duymadığınız bir hikayenin tadını alacaksınız. Bu filmi mutlaka izleyin, çünkü bunu fazlasıyla hak ediyor.