5 Ocak 2019 Cumartesi

Yeraltı

Dostoyevski'nin edebiyatla yaptığını sinema ile bir adım öteye geçerek ete, kemiğe bürüyen, dahası sizi de yer altına çeken müthiş bir film. Dikkat; ciddi anlamda düşünmeye, sorgulamaya, eleştirmeye sevk eder...


Şunu iyi bilin ki, gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden, hiç hoşlanmam, bu bir. Kibirden, kendini beğenmişlikten, bütün bu dağları ben yarattım havalarından, süslü kişiliklerden nefret ederim, bu iki. Yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim, bu üç. Dördüncüsü, gerçeği, içtenliği, samimiyeti çok severim. Ve Dostoyevski'nin dediği gibi: gerçeğin, her şeyin üstünde, zavallı egolarımızın bile üstünde tutulmasını isterim. Arkadaşlığın karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm. Evet buna bayılırım. Arkadaşlık, hassaslık ve incelik isteyen bir iştir. Öyle kabalığa, özensizliğe, alaycılığa gelmez.

18 Mayıs 2018 Cuma

Sarhoş Atlar Zamanı


En abartısız deyimiyle tüm sanat dalları içinde en özgür ve kendini en iyi ifade edebileceğin yoldur sinema. Nasıl ki gerçeklikten uzaklaşarak fantastik ve bilim kurgunun uçsuz bucaksız mecralarını size yakın ederse, farkına varılmayan ya da bilerek görmezden gelinen ötekinin de sesi olur sinema. Bir söyleşisinde Farid Farjad “Müziğim neyse hayatım da odur” demişti.  Aslında bu söz Ghobadi için de kendini sinemasal açıdan en iyi ifade edebileceği  cümle. İlk kez Üniversite öğrencisiyken tanışmıştım Bahman Ghobadi ile, izlediğim ilk filmi olan Serhoş Atlar Zamanı yeni bir kapıydı benim için. Koşarak girdim o kapıdan, o kapı beni sonrasında Ghobadi’nin Ustası Kiarostami ile,  Farhadi, Makhmalbaf, Panahi, Farmanara, Mehrjui ve adını şu an sayamadığım diğer ustalarla tanıştıran kapı oldu. Bu sinemayı özel ve benzersiz kılan en güçlü yanı kuşkusuz bir çoğumuzun başka yerlerde görüp duyamayacağımız hikayeleri minimalist sinemanın eşsiz güzellikteki diliyle bizlere anlatması. Zira Ghobadi’nin diğer filmleri Yarım Ay ve Kaplumbağalar da Uçar filmleri de türlerinde birer baş yapıttır.


Ghobadi, Serhoş Atlar Zamanı  filminde kamerasını az önce bahsettiğimiz o ötekilere çeviriyor. Aslında hep orada olan ama hiçbirimizin dikkate almadığı, ne doğumları, ne ölümleri, ne de hayatları hiç kimsenin çokta umurunda olmayan o sessiz kalabalığa. Sınırın bu yanı veya öte yanı fark eder mi? Sınırın bu yanında Hudutların Kanunu filminde çaresizliğine yandığımız Hıdır, diğer yanında imkansızlıklar içinde çırpınışına içimizin cız ettiği Eyüp. Onlar kaçakçı,  onlar bir nevi bu hayata mahkum, ne çocuk olabilirler ellerinde oyuncak dillerinde gülücük ne de yetişkin aileleriyle mutlu mesut. Hayat ağır yükünü henüz çocukken yükler sırtlarına kimi ezilir gider bu yükün altında sessiz habersiz, kimi çocukluğuna inat cesaretiyle, erdemiyle, onuruyla yetişkin olup kol kanat gerer kendi gibi bebelere. Hikayemiz at sırtında kaçakçılık yaparak kardeşlerine bakmaya çalışan Eyüp etrafında gelişiyor. Çok zor bir coğrafyada, çok zor bir iklimde, çok zor bir hayat mücadelesi izlediğimiz filmde kaçak taşıyan atlar daha doğrusu katırlar kışın donmasın diye sularına alkol katılmaktadır buradan alır film adını. Ama bu kadar zorluğa inat çocukların birbirine duyduğu sevgi bağı en büyük umuttur onları hayatta tutan. Gerçekten sevginin aşamayacağı güçlük olmadığına bir kez daha inanırsınız film bitince. Dediğim gibi aslında filmdeki manzaralar ülkemizde de bildiğimiz, bizlere çok uzak manzaralar değildir. Ama bizim sinemamız şehirde modernizm karşısında kimlik buhranı yaşayan yalnız entellektüelleri konu edinir kendine daha çok. İmkansızlıklar içinde her zaman harikalar yaratan İran sineması yine farkını gösteriyor. İddia ediyorum böyle bir film günümüz Türkiyesi’nde çekilemez; herkesin inatla bizlerden özgürlükler anlamında çok geri göstermeye çalıştığı İran’da 17 sene önce Ghobadi böyle bir film çekebiliyor. Ve eminim ki ötekilerin çığlığı bu filmde olduğu kadar geniş bir coğrafyada yankılanmamıştır daha önce.

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Sakinliğin Sinemasal Dili; Still Life veya Tabiate Bijan

Sinema sanatı hareket eden ve devingen olanın üzerine kurgulanmış olsa da sinemasal anlatımdaki dilin oluşumunda hareketin temposu çok önemlidir diye düşünüyorum. Öyle ki; durağana yakın bir tempoya sahip bu enfes film kadar hiçbir film zamanın sanki olduğundan daha yavaş aktığı geniş İran coğrafyasında sizi hiç sıkmadan bu görece gerçeği daha iyi, daha çarpıcı anlatamazdı. Filmimizin hikayesi İran'ın küçük bir tren istasyonunda görevi tren geçtiğinde bariyerleri indirip kaldırmak olan Muhammet Serdari' nin gündelik yaşamı. Öylesine sade bir hayatları vardır ki; o ve yaşlı eşinin, tek göz evlerinde neredeyse 30 seneyi her gün aynı şeyleri yaparak geçirmişlerdir. Aralarındaki dil doğanın dilidir belki, doğada duyamadığımız bazen duyup anlamlandıramadığımız onca diller gibi, sessizliğin dili belki de. Zamanla söylemek istediklerini anlatmak için artık bir bakışın, bir duruşun yettiği kelimelere ihtiyaç kalmayan bir dil. Muhammet Serdari görevini büyük bir bağlılıkla yıllardan beri hakkıyla yapmayı kendine bir hayat amacı saymıştır. İşini çok önemsemektedir, sanki onun dünyası bu istasyondan ibaretmiş, o buradaki düzeni sağlamasa işler sarpa saracak evrenin ahengi bozulacakmış gibi önemser yaptığı işini. İşi olmadığı zamanlarda ise bolca tütün sarar, sigara içer, çok nadir olarak eşiyle havadan sudan birkaç kelime konuşur, ve geceli gündüzlü çalıştığı için tahta sedirinde dinlenir. Serdari'nin sade gündelik yaşamı bir gün görev yaptığı istasyona görevlilerin gelmesiyle birlikte değişir. Artık hiçbir şey onun için eskisi gibi olmayacaktır. Varlığına anlam katan bu istasyon ve işi artık bir başkasına devretmesi gerekmektedir. Emeklilik zamanı gelmiştir, lakin bu kavram kendisine o denli uzaktır ki emekli olduğuna dair mektubu kendisine ulaştıran ve okuma yazma bilmediği için kendisine okuyan demir yolları çalışanına ısrarla sorar. "Eee şimdi ne yapacağım?" Ezberi bozulmuş, tren rayları gibi dümdüz giden hayatı ansızın acı bir düdükle kesintiye uğramıştır. İçini bir kurt kemirmeye başlar.
Derken ansızın oğulları ziyaretlerine çıkagelir, üniformasından asker olduğunu anlarız. Serdari oğluna kendilerine mektup yazmadığı için sitem etse de oğlu mektup yazdığını söyler. Fakat eşiyle olan iletişim problemi oğlu ile de aynı şekilde ayan beyan sezilmektedir. Bütün gün halı dokuyan, yemek pişiren, ve çay demleyen eşine bir kelime etmeden günü geçiren Serdari'nin belli ki oğluyla da paylaşacağı, ona anlatacağı pek bir şeyi yoktur. Filmde taşra, öteki, unutulan, önemsenmeyen öylesine iyi bir şekilde işleniyor ki bu denli çarpıcı bir anlatım bu filmi çok özel kılmakta. Halı dokuyan, ilmek ilmek emeğini sabırla işleyen yaşlı ninenin halıları da simsarlar tarafından artık modası geçmiş olarak görülmekte emeğine saygı duyulmaksızın yaptığı halılar ederinin çok altına alınmaktadır.  Serdari taşrada devletin adeta unuttuğu bu köşede 30 yıl boyunca emek verdiği bu istasyonda yine emekli edileceğinde hatırlanır. Ama bu unutuluş, bu önemsenmeme hali ona özgü değildir, ihtiyar eşi de aynı kertede onun gibi unutulmuştur. Bu gelişme karşısında ne yapacağını bilemez, sonra şehre giderek konuşmaya karar verir. Belli mi olur, belki yapılacak bir şey vardır. Fakat kendisini ziyaret etmeye gelen zar zor bulduğu memur neredeyse yüzüne bile bakmaz. Yapacak bir şey olmadığını hatta mutlu olması gerektiğini söyler kendisine. Onun ve eşinin küçük dünyası yok hükmündedir artık. Bıkkın, üzgün, ne yapacağını bilemez halde ayrılır oradan. Son düdük çalmıştır artık. Son trende gitmiş, istasyon onun için anlatacağı hikayeleri bitirmiştir. Sohrab Shahid Saless'in başka bir filmini izlememiş olsam da sinemasından çok derinden etkilendiğimi söylemeliyim. O benim en sevdiğim kitlenin sinemasını çok sade, şiirsel bir dille yapıyor. Unutulanın, hatırlanmak istenmeyenin, önemsiz görülenin, sadenin, doğalın, çoğumuzun görüp farkına bile varmadığının sinemasını. Bu filmden daha önce hiç yemediğiniz bir yemeğin, hiç içmediğiniz bir şarabın, hiç görmediğiniz bir manzaranın, hiç duymadığınız bir hikayenin tadını alacaksınız. Bu filmi mutlaka izleyin, çünkü bunu fazlasıyla hak ediyor.


5 Şubat 2012 Pazar

Büyük Usta Angelopoulos'a Selam Olsun

Büyük usta Angelopulos aramızdan göçüp gitti. Oysa biz ona ne çok alışmıştık. Gayri kim anlatır bize o efsanevi resim kareleriyle insanlık manzaralarının içimize işleyen mahzun hallerini. Kim fısıldar kulağımıza “sen insansın” diye. Kaybetmeyi aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bir anda usta bize elveda dedi. Hem de öylesine basit ve ucuz bir biçimde ki. Sevgimizi kalbimize gömüyoruz. O sınırları ortadan kaldıran hepimize aslında kendimizi anlatan evrensel bir barış elçisi, bir modern çağ ozanıydı. Neden iyiler hep erkenden göçüp gider ki? Eleni Karaindru o eşsiz güzellikteki müziklerini kim için besteleyecek artık. Acep o da bir eksiklik hissetmiş midir bu gidişin ardından. Siste Manzaralar olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz filmimiz hiç tanımadıkları, hiç görmedikleri ama annelerinden Almanya’da yaşadığını duydukları babalarını bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıkan küçük yaştaki bir abla ve bir erkek kardeşin hikayesini anlatıyor bize. Öyle bir hikaye ki bu, iki küçük çocuğun böyle bir hikaye yazabileceğine inanamıyorsunuz. Bu hikaye bir yerde bu iki küçüğün varlık sebebi olmuş belli ki. Babalarını bulmak kendi varlıklarının bir kanıtı olacaktır sanki. Daha hayat karşısında emeklemeye bile başlamamış iki küçük yüreğin bir anda hayat koşusunun içinde kendilerini bulmalarının öyküsü. Bu yolculuk onları büyütecektir. Çocukluklarının masumiyetini hayat karşısında korumak öylesine zordur ki. Ama o birbirine sımsıkı bağlı eller hiç kopmaz, hiç ayrılmaz birbirinden. Küçük Alexandre’ ın bir lokantaya giderek aç olduğunu söylemesi. Sonra karnını doyurmak için orada yaşadıkları, tam o sırada içeri giren kemancının çaldığı müzik. Hepsi bu görsel şölenin unutulmaz birer parçası olmuş. İnsan psikolojisini filmlerinde böylesine duru ve yalın aktarabilen başka çok fazla sinemacı yok yazık ki. Ondan böylesine hüzünlenmem bu erken ayrılık karşısında. Acep gözümüze böylesine basit gelip aslında bizler için çok önemli olan bu hikayeleri usta kadar güzel anlatan biri daha çıkacak mı ki?

27 Ocak 2012 Cuma

Serçelerin Şarkısı

Majid Majidi diğer İran’lı yönetmenlere nazaran bizlere biraz daha tanıdık bir isim sanki. Başlarına saksı düşmüş olduğunu ciddi anlamda düşündüğüm TV8 ve TRT gibi kanallarda Children Of Heaven (Cennetin Çocukları), Color Of Paradise (Cennnetin Rengi) gibi filmlerini görünce kısa süreli bir şok geçirmiştim.Bu filmlerin yanında 2001 yılında çektiği Baran adlı filmi de yönetmenin sadık izleyicilerinin oluşmasında en az diğer filmleri kadar hatta daha da fazla pay sahibidir. The Song Of Sparrow (Serçelerin Şarkısı) bu geleneği devam ettiriyor. Majid Majidi’nin filmleriyle kurmuş olduğu çok güzel bir dünya var. Filmlerini izlemeye başlayınca onun kendine özgü dünyasına geçiş yapıyorsunuz hemen. Öyle bir dünya ki bu size çok eşsiz tatlar sunuyor. Yıllar da geçse hiç unutulmayan hep hatırlanan tatlar. Çocukken yediğiniz salçalı ekmek tadı, küçükken seyyar dondurmacıdan aldığınız dondurmanın tadı, közlenmiş patates ve yufkanın tadı gibi. Allayıp pullamadan, duru, sade bir biçimde anlatıyor hikayelerini Majidi. Hikayelerine yaşadığı coğrafyanın havası sindiğinden olsa gerek dünyanın hemen her yerinde bu filmleri izleyip bu güzel ülkeye, bu güzel insanlara gönlünü açan kültür elçileri yaratıyor yönetmen. Majidi sinemasının en çok öne çıkan 5 – 6 filmini izledikten sonra Japon balıklarının sinemasında bir simge haline dönüştüğünü fark ettim. İstisnasız her filminde görüyoruz bu şirin kırmızı küçük balıkları. Japon balıklarının diğer balıklara oranla soğuk suda ve daha zor koşullarda yaşamayı başarabilmeleri türlü zorluklara rağmen yaşamı kucaklayan ve yarına hep umutla bakan cefakar İran halkına verilmiş bir selam gibi geliyor bana.

22 Ocak 2012 Pazar

İnsanlık tarihinin en kötü hastalığı Faşizme bir Tokat; Salò

Bir film düşünün ki bir tek seferde başlayıp bitirebilmek mümkün olmasın. Bir film düşünün ki insanların yapabileceği aşağılıklar hakkındaki tüm ezberinizi tuz buz etsin. Bir film düşünün ki söyledikleri yüzünden yıllarca yasaklı kalmış olsun. Bahsettiğim film kısaca Salo adıyla da bilinen Sodom’un 120 Günü isimli filmden başkası değil. Yönetmenlikle birlikte şair, düşün insanı ve senarist olarak da hayatını sürdürmüş Paolo Pasolini’nin 1975 yılı yapımı filmi Salo. Yıl 1944, faşizm İtalya’da hüküm süren sefalet ve acıların baş sorumlusu olarak insanlık onuruna inat hüküm sürmektedir. Yaşadıkları dönemin ileri gelenlerinden dört kişi sekizi kız diğer sekizi erkek olmak üzere yaşları çok genç olan on altı kişiyi Marzabotto yakınlarındaki bir malikaneye kaçırıp burada 120 gün boyunca zorla alı koyarlar. Bahsi geçen bu dört kişi nüfuzlu kişiler olduklarından yapacakları zorbalıklara karşı oluşabilecek karşı çıkışları önlemek maksadıyla yanlarında silahlı askerler de yer almaktadır. Kendilerince bu iğrençlikler silsilesini bir oyun olarak gördüklerinden bu oyunu daha zevkli hale getirecek dört yetişkin kadın da vardır yanlarında. Bunlardan birisi piyano çalmakta bir diğeri şehvet arttırıcı müstehcen hikayeler anlatmakta diğerleri de genç kızlara ve erkeklere nasıl davranmaları gerektiği konusunda uyarılarda bulunmaktadırlar. Film en basit deyimiyle oldukça rahatsız edici. Hoş anlattığı hikayenin hakkını verebilmesi için öyle olması gerekir mi? Sanırım evet, başka türlü olması filmin etkisini ve gücünü zayıflatır gibi geliyor. Ama izlerken bir yerden sonra “artık yeter, bu kadar da değil” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Filmin etkisinden uzun süre çıkamıyorsunuz. Her ne kadar izlemesi zor bir film de olsa, bu tarz bir film tam da böyle olmalıydı diyorsunuz sonuç olarak. İzlemek isteyip henüz izleyememiş olanlar için sayıp dökmeyi çok uygun bulmuyorum ama filmin satır aralarını çok daha dikkatli izlemelerini tavsiye ederim. İnanılmaz saptamalar mevcut filmde. Sonuç olarak insanlığın düştüğü bu içler acısı durumun, insanlık onurunun ayaklar altına alınışının, hüküm süren zorbalık ve sefaletin bir kurgu olmadığını bile bile izlemek insanın boğazını düğümlüyor. İzlerken bile insanın vicdanen çok zor hazmettiği bu olayların gerçekten yaşanmış olması her fırsatta yaptıkları ile gurur duyan insanlık için derin bir utanç kaynağı.

Ten

Yönetmenliğini Abbas Kiorostami’nin yaptığı, 2004 yılı yapımı film.Senaryosunu yazarken büyük olasılıkla jim jarmusch ustanın Night On Earth filminden etkilendiğini düşündüm kendimce.(bu filmin yapım yılı 1991).Bu husus filmin hoş bir film olması önünde engel mi, kesinlikle değil.Basit ama güzel.Onca yasağa, başlarının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan sansür belasına rağmen mucizeler yaratarak birbirinden yaratıcı ve çarpıcı filmlere imzasını atan İran’lı yönetmenlerden bir güzel film daha.Film hakkında kısa birkaç kelam etmeden evvel beni sevindiren bir hususu sizlerle paylaşmak isterim.Ne mutlu ki bizim ülkemizde de artık İran sineması kadar güzel, şiirsel bir dile sahip, bir sinema geleneğinden beslendiği aşikar, kendini dünyanın her yerinde izletebilecek bir sinema estetiği olan filmler yapılıyor.Evet bunları bende yazma gereği uyandıran film Semih Kaplanoğlu’nun Bal isimli güzel filmi.Şimdi filmimize dönebiliriz. İran’da eski kocası ile sorunlar yaşayarak boşanan ve bu yüzden çocuğu ile de çok sağlıklı bir ilişkisi bulunmayan bir kadının arabasına binen 10 farklı kişiyle yaşadığı birbirinden ilginç ve çok farklı diyaloglardan oluşmakta film.Filmde oldukça ilginç diyaloglar var. Bu diyaloglar arka planlarında İran’ın sosyo-kültürel ve toplumsal yapısı hakkında da çok önemli ipuçları barındırmakta.İran sinemasını sevenleri memnun edecek bir film olduğunu söyleyebilirim.