22 Aralık 2009 Salı

Otobüs:Acı bir gurbet hikayesi.

Muhtemelen hayatları boyunca köylerinden ilk defa ayrılmış bir avuç insanın hikayesi denebilir Otobüs için.Filme konu olan bu taşralı topluluk için geride kaybedecek pek bir şey kalmayınca ya da bıçak kemiğe dayandığında gurbet kaçınılmaz olarak tek umut halini alır.Her şey göze alınarak yola çıkılır.Filmin başlangıcında oldukça eski bir otobüsü karlı yolda seyir halinde görürüz.Tamamen yabancı oldukları bir ülkeye doğru yol alan otobüs sakinlerinin sanki olacaklar içlerine doğmuş gibi yüzlerini bir keder ve hüzün kaplamıştır.Çok geçmeden Stockholm’e varılır.Şoför hem onları buraya kadar getirmesine karşılık anlaştıkları ücreti alır hem de polise giriş iznini onaylatmak üzere pasaportlarını ve üzerlerinde kalan diğer parayı.Giderken de kendilerine dışarı çıkmamaları konusunda uyarıda bulunarak az sonra döneceğini söyleyip oradan ayrılır.Bir süre geçtikten sonra ahali oyuna geldiğini anlar ama iş işten geçmiştir.Bütün gün korkudan adımlarını atamazlar otobüsten dışarıya.Gece olup el ayak çekilince açlık,susuzluk ve diğer ihtiyaçlarını gidermek üzere dışarıya çıkmaya karar verirler.Gördükleri karşısında inanılmaz bir kültür şoku yaşayacaklar ve hayrete düşeceklerdir.Sanki bir zaman makinesine binmişler yıllarca sonrasına,hiç bilmedikleri,hayal bile edemeyecekleri bir yere gelmişlerdir.Her şey o kadar farklıdır ki bildiklerinden ve yaşadıklarından.Kendilerini süslü vitrinlere hayran hayran bakmaktan alamazlar.Büyülenmiş gibidirler. Şaşkınlık içinde gezerken polisi fark etmekte geç kalmaları sonucu polis onlardan şüphelenir ve kovalamaca başlar.Kaçtığı esnada içlerinden biri diğerlerinden kopar ve kaybolur.Kaybolduğunu anladığında boş ve karanlık sokakta medet umarak arkadaşına seslenişi çaresizliğini yansıtmaktadır.Diğerleri bir şekilde otobüsün yolunu bulur ama kaybolan arkadaşları pek o kadar da şanslı değildir.Dondurucu bir gecenin sabahında oturduğu trabzandan suya düşerek acı bir şekilde ölür.Yaşadıkları karşısında korkuları bir kat daha artınca dışarıya çıkma konusundaki cesaretleri iyice yok olur ve otobüste tekrar geceyi beklemeye başlarlar.Gece olduğunda açlığın çaresizliği ve yiyecek bir şeyler bulma umuduyla çöplere saldırmaları sizi öylesine derinden üzer ki,ilk kez karşılaştıkları yürüyen merdiven karşısındaki şaşkınlıklarına ve düştükleri gülünç duruma tebessüm edemezsiniz bile.Metroda buldukları oyuncak yiyecekleri yemeye çalıştıkları sırada onlarla eğlenen grubu gördüklerinde korku dolu kaçış yine başlar yeniden.Film başlı başına çaresizliği anlatmaktadır en yalın haliyle.Ötekiliği.Öteki olmanın getirdiği o ezikliği.Ne de olsa onlar medeni siz barbarsınızdır.Bir dönem daha iyi bir hayat uğruna gidilen gurbette insanımızın yaşadıklarına bir ayna tutmaktadır Otobüs.El kapılarında uşaklık edip üç otuz paraya harcanan hayatlara bir not düşmektedir.”Kapansın el kapıları bir daha açılmasın.Yok edin insanın insana kulluğunu.”

20 Aralık 2009 Pazar

Woody Allen yine istim üstünde;Kocalar ve Eşleri


-Ne kadar çekici olurlarsa olsunlar Kamikaze kadınlardan uzak durulmalı çünkü eninde sonunda uçaklarını kendi elleriyle düşürürler ve onlarla birlikte ölürsün.
-Daha yaşlı olmanın tek avantajı çok tecrübeli olmaktır.
-Tolstoy tam bir öğündür,Turgenyev harika bir tatlı,Dostoveyski ise tam bir öğün,vitamin hapı ve buğday tohumu.
-Paris'te yağmurlu bir öğleden sonra öpülmediysen hiç öpülmemişsin demektir.
-Yatak odası; hayatında yer alan insanların hangisinin kirpi hangisinin tilki olduğunu düşünmek için uygun yer olmayabilir.
-Hayat değişimden oluşur.Değişmezsen öylece pörsürsün.
-Sevgi;tutku ve aşkla ilgili olmak zorunda değildir, aynı zamanda arkadaşlıkla da ilgili olabilir.Ve yalnızlığa karşı bir tampon gibidir.

13 Aralık 2009 Pazar

Düşmana atılacak kurşunlar,savaşın bittiği haberi gelince yapılan çılgın kutlamada gökyüzüne doğru ateşlenir

Jarhead kabaca Türkçeleştirmemiz gerekirse kavanoz kafa olarak Türkçeye çevirebileceğimiz Sam Mendez filmidir.İsmini amerikan deniz piyadelerinin saç tıraşından almaktadır.Amerika’nın Vietnam’dan sonra ikinci büyük buhranı olan körfez savaşı konu edilmektedir.Filmde körfez savaşına katılan askerlerin trajik hikayesi işlenmektedir.Çölde doğal koşullarla zaten yeterince mücadele eden ve hayatları günden güne zorlaşan askerler üstüne savaş koşullarının psikolojik baskısı ve çöküntüsü eklenince oldukça güç zamanlar yaşarlar.Sıcak,toz fırtınaları,yakılan petrol kuyularından çıkan ham petrolün yarattığı hava kirliliği ve benzer bir çok soruna evden uzak olmak eklenince hayat gün geçtikçe zorlaşır.Bunların yanında zaten kelle koltukta olan askerlerin bir kısmı kız arkadaşı tarafından terk edilir,kimi arkadaşlarıyla izlediği porno filmdeki hatunun eşi olduğunu anlayınca cinnet geçirir.aslında oraya savaşmak için giden ve bunun için kendini motive eden askerler savaş dışında hem fiziksel hem de mental olarak bir çok şeyle savaşırlar.filmin en trajikomik taraflarından biri de askerlerin tek kurşun atmadan eve dönmeleridir.düşmana atılacak kurşunlar,savaşın bittiği haberi gelince yapılan çılgın kutlamada gökyüzüne doğru ateşlenir.savaşa eleştirel bir gözle bakması,askerlerin yaşadığı psikolojik travmayı iyi analiz etmesi,öldürülen masum insanlara ve yaşanan çevre katliamına parmak basması filmin diğer artıları olarak gösterilebilir.American Beauty kadar olmasa da izlemeye değecek denli iyi bir Sam Mendez filmi daha."

9 Aralık 2009 Çarşamba

Yarım Ay-Niwemang

Yarım Ay (Half Moon-Niwemang) Bahman Ghobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı (Time For Drunken Horses) ve Kaplumbağalar da Uçar (Turtles Can Fly) ile birlikte izlediğim üçüncü filmi.Ghobadi filmlerinde kendini tekrar etmek şöyle dursun, her yeni filminde bir öncekinden çok daha iyi bir işe imza atıyor.Daha eşsiz bir seyir zevki yaşatmak konusunda sınırlarını zorluyor.Saddam rejimi döneminde yasaklı olan efsanevi Kürt müzisyen Mamo Saddam rejiminin yıkılmasından sonra özlemini duyduğu topraklarda son ve görkemli bir konser vermek ister.Uzun bir süre konser için izin almakla uğraştıktan sonra sonunda izin alınır.Oğullarıyla birlikte kalabalık bir kafile olarak yola çıkarlar.Eski bir otobüsle yapacakları bu yolculuk boyunca dünyanın en renkli ,en açıkgöz,en komik ve aynı zamanda da en “saf” şoförü onlara eşlik edecektir.Mamo,bu konser gerçekleşecekse eğer bunun sesini çok beğendiği ve onun için olmazsa olmaz dediği Heşo’suz olmayacağını her fırsatta dile getirmektedir.Heşo’yu konser konusunda ikna edebilmek için 1334 kadın müzisyenin sürgün edildiği çok ilginç bir dağ köyüne gidilir.
Burada hayal ve gerçek birbirine karışır adeta.Her biri farklı renklerde giysiler giymiş arbane çalan kadınlar öylesine büyülü bir görsel şölen sunarlar ki, bir an nefessiz kaldığınızı hissedersiniz.Sonra Huseyin Alizadeh’in o ipeksi müziğiyle tüyleriniz diken diken olarak gelirsiniz kendinize.Heşo ikna edilir edilmesine fakat İran’da kadınların müzik yapması yasak olduğundan onu yolculuk boyunca gizlemek başlı başına bir sorun olacaktır.Zaten çok geçmeden yakalanırlar.Polislerin Heşo’yu götürmeleri bir yandan, arabayı aradıkları sırada kırılıp dökülen sazlar bir yandan insanın yüreğini burkan, acıtan bir hüzün atmosferi oluşturur.Ghobadi’nin hikaye anlatımı o denli güçlü ki, aynı sahnede bir ağlatıp bir güldürecek derecede zengin bir sinema dili var.Bu uzun yolculukta Mamo sık sık hayalle gerçek arasında gidip gelmekte ve yarım ay altında ölümünü görmektedir.Yolculuk boyunca şanssızlılar bir türlü yakalarını bırakmak bilmez.Bir oraya bir buraya derken grup mevcudu git gide azalmaktadır.Tam pes ettikleri ve artık geriye döndükleri anda karşılarına çıkan Papooli yani kelebek onlara yeni bir umut aşılar.İçlerindeki közü tekrar aleve çevirir.Papooli’nin güzelliğine bir parantez açmak gerekir diye düşünüyorum.Tarif edilemeyecek derecede bir güzelliğe sahip bu kadınla birlikte kanat çırpabilmek için insanın kelebek olmayı isteyesi geliyor.



Yolun devamında Türk sınırından geçmeye karar verdiklerinde sazlarını koydukları tabut bu yola gerekirse baş koyabileceklerini gösteren çok güzel bir simge olarak kullanılmış.Ne olursa olsun,nasıl olursa olsun konser yapılacaktır.Yolculuk uzadıkça Mamo’nun durumu ağırlaşır.Mamo,Papooli’den ölü ya da diri konser yapılacak şehre ulaşmanın sözünü alır.Artık daha rahattır.Filmin sonundaki gülümsemesi, iç huzurunun ve mutluluğunun en doğal göstergesidir.Ghobadi büyüdüğü ve bir parçası olduğu bu coğrafyanın sorunlarını öylesine iyi gözlemlemiş ve filminde alt notalarla o kadar iyi anlatmış ki hayran olmamak mümkün değil.Kadın sorunu,güvenlik sorunu,yoksulluk,geri kalmışlık,ahlak.Film hakkında söylenecek daha çok fazla şey var ama filmi izleyip sinemanın, özellikle de bir sinema dehasının ellerinde nelere kadir olabileceğini görmek, bu filmi es geçmemek gerek.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Fahrenheit 451

Gerek işlediği konu bakımından gerekse barındırdığı karakterler açısından oldukça farklı bir film Fahrenheit 451.Adını kağıdın yandığı sıcaklık derecesinden alıyor.Tür olarak nereye konabilir derseniz.Ben en çok bilim-kurgu türüne yakın buldum filmi.Sanki filmde insanlığı bekleyen,gerçekleşmesinden korkulan sona dikkat çekilmek isteniyor.Filmde tepkisiz bir toplum nasıl yaratılır sorusunun cevabı veriliyor gibi.bunun temelinde de kitap yakma kullanılmış.kitap okumanın insanları her anlamda iyiye,güzele doğru dönüştürdüğü düşünüldüğünde filmde yer alan kitap yakma sahnelerinin birer simge olduğunu düşünüyorum.şöyle ki;merak eden,okuyan,araştıran toplumlar aynı zamanda dünya ve insanlıkla ilgili düşünen,bir çok şey daha iyi nasıl olabilir sorusunun cevabını arayan insanlardır.okuyan insan daha uygar insandır,hümanisttir,pozitif bilimlerden yanadır,toplumsaldır.insanların okuyarak böylesi bir dönüşümden mahrum kalmasını isteyen ve böylelikle tepkisiz bir toplum yaratarak daha kolay yönetebileceği kitlelerin var olmasına olanak hazırlayan yönetici bir elitin eylemi olarak bakılabilir filmdeki kitap yakma hadisesine.Dediğim gibi bu sadece bir simge ve sorgulamayan,düşünmeyen,olduğu gibi itaat eden bir topluma ulaşmak için bir basamak.

Woody Allen'dan İnciler,Everyone says ı love you

Woody Allen tarafından yazılan ve yönetilen modern bir müzikale benzetilmeye çalışılmış hoş bir komedi filmi.
öğrettikleri:
-kadınların seni şehvetle öpmelerini istiyorsan boyun ve omuzlarının birleştiği yere yavaşça üfle.
-romantik olsun diye yüzüğü evlenme teklif edeceğin bayanın yediği şeylerin içine koymaktan vazgeç.
-asla iyi öpüştüğü için ona güvenip bir erkeğin peşinden gitme.
-bir kadının tüm fantezilerinin gerçeğe dönüşmesine asla ön ayak olma yoksa er ya da geç seni terk eder.
-iyi birer karı-koca olmak için önce iyi birer arkadaş olmak gerekir.

4 Aralık 2009 Cuma

Arkadaşlık ve sıra dışı aşkı anlatan farklı bir sinema filmi Fucking Amal

Yaşadıkları hayattan,bulundukları şehirden,arkadaşlarından kısacası bir parçası olmak durumunda oldukları çoğu şeyden sıkılmış iki liseli genç kızın hayatı ve aşkı keşfediş hikayesi.alışageldiğimiz Hollywood tarzı gençlik aşk filmlerinden oldukça farklı;belki bu filmin çok bilinen ve popüler bir film olmamasının nedenlerinden biri olabilir ama asla sıradan,saçma ve ucuz bir film değil.biri lezbiyen diğeri henüz ne olduğuna pek karar verememiş bu konuda kafası biraz karışık iki genç kızın duygusal yakınlaşmaları anlatılıyor.hikaye İsveç’in amal adında ufak bir yerleşkesinde geçiyor.kahramanlarımızdan biri olan Elin dışadönük,popüler bir kızdır. Agnes ise hemen hiç arkadaşı olmayan yalnız biridir.ama ikisinin de yaşadıkları hayat kendilerini mutlu etmemektedir.Agnes’in ailesi kızlarını biraz olsun neşelendirmek ve kendisini iyi hissetmesini sağlamak için ona bir doğum günü düzenlerler.bu doğum gününde ikili arasındaki ilişki biraz daha ilerleyecek ve farklı bir boyut kazanacaktır.günün birinde birlikte Amal’dan Stockholm’e gitmeye karar verirler.ama otostop çektikleri arabanın sürücüsü onları arka koltukta öpüşürken görünce onları arabasından atmakta tereddüt etmez.daha sonraki süreçte Elin erkek arkadaşı ve Agnes’in arasında bir ikilemde kalacaktır.arkadaşlık ve sıra dışı aşkı anlatan farklı bir sinema filmi Fucking Amal.

Benim için fark etmez

Zeki Demirkubuz’un tüm filmlerini izledikten sonra bunların arasında Yazgı’nın yönetmenin filmografisi içinde gerçekten özel bir yeri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu filmleri özel kılan unsurların başında gelen ve benim için en önemli olan ise Demirkubuz’un filmlerinde kurduğu insanlarıyla, sokaklarıyla,diyaloglarıyla,kostümleriyle o kendine özgü dünya.Bu yapıyı o kadar sağlam ve güçlü kuruyor ki hiçbir şekilde aksamıyor.İnsan zihninde yarattığı gerçeklik hissi mükemmele çok yakın.Bu insanları , bu sokakları, bu evleri bir yerlerde gördüğümüz hissine kapılmadan edemiyoruz.Filmin çok iyi başardığı bir diğer nokta oyuncu seçimi ve bu oyuncuların sergiledikleri performansla doruğa çıkan hikaye anlatımı.Zaten yönetmenin diğer filmlerinde de gördüğümüz gibi filmlerine uygun oyuncuları seçebilmesi ve bu oyuncuları adeta elinde yoğurarak onlara yeni bir kişilik kazandırması takdire şayan.Serdar Orçun,Zeynep Tokuş ve Engin Günaydın ; üçü de gerçekten özel bir film için özel bir iş yaptıklarının bilincindeler gibi.Özellikle Serdar Orçun için bir parantez açmak gerekirse yaşadığımız çağda her yerde karşımıza çıkan bu süper kahramanlar arasında sıradan ve içimizden olanın ne kadar güçlü ve etkileyici olabileceğini gözler önüne seriyor.Albert Camus’un yabancı adlı romanından bir uyarlama Yazgı.Baş karakterimiz Musa hayata karşı olan kayıtsızlığıyla farklı bir duruş geliştirmiştir.Onun için bir çok durumda yapılacak tercihler arasında pek de bir fark yoktur.”Beni seviyor musun” diye soran Sinem’e çok rahat bir şekilde Bilmiyorum ama galiba “Sevmiyorum” diyebilmekte. ”Benimle evlenir misin” dediğinde de “Benim için fark etmez” diyebilmektedir. Kimine göre çok karmaşık ve içinden çıkılmaz olan hayat ona göre oldukça basit ve sadedir çünkü.

3 Aralık 2009 Perşembe

Bedii,Bedii.Kiraz’ın lezzetini bırakmak mı istiyorsun?

İnsanın en büyük korkularından biridir ölüm.Hatta kimilerine göre en önde gelenidir.Öyle ya var olduğu günden beri insan belirsiz ve muğlak olan her şeyden korkmuş,ona uzak olmak için çaba harcamıştır.Ölüm de kendi başına belirsizliğe açılan bir kapı,sonu belli olmayan bir başlangıç değil midir.Hayata dair yaşanan ve yaşanacak ne varsa bir çırpıda sonlandıran o an.Kahramanımız Bedii yaşadığı hayattan bıkıp yorgun düşmüş olacak ki hayatına son vermeyi aklına koymuştur.Kendisine makul ve akılcı gelen tek çözüm olduğuna inandığı bu emelini gerçekleştirmek için arabasına atlar ve kendisini huzura kavuşturacağını düşündüğü bu eyleminde ona yardım edecek birilerini bulmaya karar verir.İstediği şeyin insani,etik ve toplumsal değerler açısından bir çok insan için kabul edilemez olduğu gerçeğinin yanında işin bir de dini boyutu vardır.Öyle ya İslam inancında tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi insan hayatı Tanrı tarafından verilmiş bir armağan ve kutsal bir emanettir.Bunu ancak Tanrı istediğinde geri alabilir.Ama bazen hayat sonunu bekleyemeyecek derecede aman vermez ve omuzlara yüklediği yükün altında acımasızca ezer insanları.İşte tamda burada intihar girer devreye. Yolculuğunun henüz başında uğradığı amele pazarının olması gerektiği yer olmadığını anlaması pek uzun sürmez.Yönünü şehrin dışındaki daha tenha olan,genelde Afgan mültecilerin ve yoksulların yaşadığı tarafa çevirir.Yolda giderken birliğine bırakmak üzere arabasına aldığı askere ondan istediği şeyi açıkladığında askerin hissettiği korku ve ürperme yüzüne yansır.Askere intihar edeceği çukuru göstermek için araçtan indiğinde askerin büyük bir hızla oradan koşarak uzaklaştığına şahit oluruz.Yine eli boş ve tek başınadır.Şantiyeyi andıran, göz alabildiğine her yerin toprak olduğu ve insana ister istemez ölümü anımsattığı alanda gezinmeye devam eder Bedii.Denediği diğer bir girişiminin de başarısız olmasının ardından arabasına aldığı orta yaşlı biri onu oldukça sakin bir biçimde dinler.Bedii kazdığı bir çukurda intihar edeceğini,ertesi gün geldiğinde kendisine iki kez seslenmesini eğer cevap gelmezse üzerini toprakla örtmesini ister.Adam bu isteğine ilkin karşı çıkmaz ve paraya ihtiyacı olduğu için istediğini yapacağını söyler.Daha sonra kendisinden bahsetmeye başlar.Bir zamanlar kendisinin de ne kadar kötü hissettiğini,bir ağaca ip bağlayarak neredeyse intihar edeceğini,daha sonra bu düşüncesini küçük bir dut tanesinin değiştirdiğinden bahseder.Konuşmasında sadeliğin ve doğallığın bilgeliği sezilmektedir.Hayatın anlamını çok büyük beklentilerde veya çok büyük kazanımlarda yada büyük olaylarda arayanlara inat aslında kanıksadığımız,bize artık sıradan gelen ve ne kadar önemli olduğunu kaybedip bir daha elde edemeyeceğimizde anlayacağımız ufak şeylerde olduğunu anlatır Bedii’ye.Ve ona sorar.Kiraz’ın lezzetini bırakmak mı istiyorsun?Hayat her şeye rağmen o kadar eşsiz ve o kadar umut doludur ki kirazın tadı bile tek başına ondan vazgeçmememizi sağlayabilir.Her ne kadar filmin sonu izleyiciye bırakılmış gibi görünse de Kirazın o tatlı tadı,ölümün o kekremsi tadına galip gelmiş,Bedii gözünden çıkardığı hayatına ucundan da olsa tekrar tutunmuştur.Kiraz’ın Tadı İran sinemasında hissettiğimiz o başka bir dünya, başka bir gerçeklik,bambaşka bir bakış duygusunu olabildiğince yoğunluğuna yaşatıyor bizlere.

Zebercet’in hayatı günün birinde Ankara treniyle kasabaya gelen ve Otelde bir gece kalan bayanı tanımasıyla değişir.


Genelde Edebiyat ve Sinema arasında hep çok iyi bir ilişki olagelmiştir.Yedinci sanatın başlamasından günümüze gelene dek bu genelde böyle olmuştur.Sinema tarihinde kilometre taşı olmuş filmler böylelikle çıkmış denebilir.Bir kaç örnek mi The Godfather (Baba), One Flew Over The Cuckoo’s Nest (Guguk Kuşu)Fight Club(Döğüş Kulübü).Türk sinemasında da durum pek farklı değildir.Yine sayacak olursak ilk akla gelenlerden bazıları Hababam Sınıfı,Yılanı Öldürseler ve tabi ki Anayurt Oteli.Yusuf atılganın bu ölümsüz eseri edebi açıdan gerçekten çok güçlü ve Ömer Kavur gibi bir usta tarafından sinemaya uyarlanması çok başarılı.Zaten bu filme Türk sinemasında yapılmış en iyi 10 filmden birisi gözüyle bakılması hatta kimi eleştirmenlerce en iyi denilmesi boşuna değil.Filmimizin ana kahramanı Zebercet, ailesinden kalma eski bir konak olan Anayurt Otelini işletmektedir.Her ne kadar sıradan bir Anadolu kasabasında yaşıyor olsa da ortalama bir taşra bireyi olmadığı her halinden sezilmektedir.Zebercet’i izlerken şehir insanın o cendere içinde sıkılmış,bunalmış halini ve aynı zamanda taşra insanının hayatındaki sadeliği ve tekdüzeliği bir arada görebiliyoruz.Zebercet’in hayatı günün birinde Ankara treniyle kasabaya gelen ve Otelde bir gece kalan bayanı tanımasıyla değişir.Sanki bu onun hayatındaki kayıp parçadır.Hep bulmaya çalıştığı,olmasını beklediği.Hoş ne beklediğini kendisi de pek bilmez ve bundan emin değildir aslında.Zaten takıntılı ve saplantılı biri olan Zebercet için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.Bu gizemli bayan otelde belki sadece bir gece kalmıştır ama bu Zebercet’in hayatını kökten değiştirmeye yetmiştir.Otelden ayrılmasından sonra onu bir şekilde hayatının merkezine yerleştirir.Zaten toplumdan ve insanlardan kaçmaya meyilli asosyal diyebileceğimiz biri olan kahramanımızın hayatı bu olaydan sonra sanki bu duyguların bu kaçışların daha fazla yaşandığı bir hal almaya başlar.Filmde atmosfer kurulumu çok iyi,oyunculuk gayet başarılı özellikle Zebercet rolündeki Macit Koper’den eşsiz bir performans izliyoruz.Ayrıca filmi psikolojik olarak da oldukça başarılı buldum.Filmde en dikkat çekici ve bence biraz daha özenli ve dikkatli izlenmesi gereken iki kısımdan biri tavan arası sahnesi bir diğeri de filmin finali.Buralara dikkat diyorum.

Dokuz

Baş rollerinde Türk sinemasını ciddi anlamda omuzlamış Serra Yılmaz,Cezmi Baskın,Fikret Kuşkan,(her ne kadar sevmesem de emeğine saygı duyduğum)Ali Poyrazoğlu gibi sinema emekçilerinin bulunduğu yönetmenliğini Ümit Ünal’ın yaptığı Türk filmi.mahallelinin kirpi adını taktığı sahipsiz kendi halinde bir kız günün birinde ölü bulunur.cinayet ile ilgisi olabilecek tüm şahıslar sorgulanmak üzere emniyete getirilirler.film zaten bu şahısların verdiği ifadeler ve bu ifadeler üzerine kurulan flashbackler(geriye dönüşler) üzerine kurulu.ama bir sandalye üzerinde çakılı olmalarına rağmen tüm oyuncuların oyunculukları çok çok iyi.kurgusu oldukça ilginç.polisiye ve suç filmi açısından oldukça bakir ve zayıf olan Türk sinemasında bir yüz akı.izlemeden önce bu kadar iyi olabileceğini düşünmüyorsunuz.nedense ilk izlediğimde bana Kurosawa ustanın Rashomon filmini anımsattı.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Onurlu bir başkaldırışın resmi,limon ağacı

Kocası öldükten sonra üç çocuğuyla birlikte babasından kalma limon bahçesinden hayatını kıt kanaat kazanmaya çalışan Selma’nın taş kesmiş ve nasır tutmuş yürekleri bile yumuşatan mücadelesi.hayat Selma için sıradan seyrine devam ederken günün birinde İsrail savunma bakanı tam da bahçesinin karşısına kendisi ve eşi için bir villa yaptırma kararı alır,bu her şeyin başlangıcıdır.savunma bakanı ve İsrail askeri mercileri zamanla limon bahçesinin can güvenlikleri açısından tehlike oluşturduğunu ve bir intihar saldırısına potansiyel kamufle alanı oluşturduğu için bahçedeki ağaçların kesilmesine karar verirler.ama bu hiçte kolay olmayacaktır.Selma hukuki bütün yolları denemeye karar verir ve bu yolculukta en az kendisi kadar cesur bir avukat arkadaşını yanına alır.işleri hiçte kolay değildir ama mücadeleden yılmazlar.başvuruları reddedilir ama pes etmeye niyetleri yoktur,temyize giderler.film her ne kadar bir çok amerikan filminde olduğu gibi mutlu sonla bitmese de savunma bakanının eşi gibi bir çok İsrail’linin zihninde “her şey böyle olmak zorunda mı” sorusunu uyandırıyor.gerek İsrail’de gerekse dünyanın diğer yerlerinde kısa sürede dava kendisine oldukça fazla taraftar bulur ve bir anlamda Filistin’in özgürlük mücadelesiyle özdeşleşir.hatta Selma’nın Amerika’da çalışmak için bulunan oğlu bile televizyonda belki de en son görmeyi düşündüğü kişi olan annesini görünce kısa süreli bir şok yaşar.ama böyle bir mücadelenin baş kahramanının annesi olması içten içe gururunu da okşamıyor değildir.en son söylenecek olanı en başta söyleyelim.film her anlamda oldukça tatmin edici ve tıkır tıkır işleyen bir yapısı var.eğer yönetmeni İsrail asıllı ya da Musevi olsa ,Yahudi film dağıtım şirketlerinin desteklediği bir film olsa veya Yahudileri mazlum ve ezilen olarak gösterse(bknz. Piyanist,Shindler’in Listesi,Hayat Güzeldir) 4-5 dalda Oskar alır,çok önemli festivallerden de yine çok önemli ödüllerle dönerdi.ama Filistin destekli bir yapım olduğu için kimsenin adından çokça bahsetmemesi oldukça doğal.filmde oldukça düşündürücü ve filme sinema adına anlam katan simgeler kullanılmış.mesela nöbet kulübesinde nöbet tutan askerin dinlediği radyo yayını.hiçbir şey yokmuş gibi günlük hayatına devam eden askerin oradaki varlığı bir diğerini kendi bahçesine girmekten alıkoymakta ve eve hapsetmektedir.diğer bir yandan birkaç defa düşerken gösterilen limonlar da kayıplara rağmen mücadelenin devam edeceğine ve zaferle sonuçlanacağına olan inancı dillendirmekte diye düşünüyorum.filmin görkemli final sahnesinde görünen budanmış ağaçlardaki ufak filizler de her şeye rağmen umudun hep var olacağına işaret etmekte.yönetmenliğini Eran Riklis’in yaptığı limon ağacı izlenmeyi fazlasıyla hak eden bir film.belli mi olur belki birilerinin kafasında da tıpkı filmdeki savunma bakanının eşinin kafasında oluşanlara benzer soruların oluşmasına bile neden olabilir.sinemanın yedinci sanat olarak sanat dalları arasında en popüler ve en özgür olmasının nedeni de bu değil mi?

bir çok aşığı bulunan annesinin aşk mektuplarını postalamayla geçen bir çocukluk hayal edin,oldukça sıra dışı olsa gerek.


Fransız sineması dünya sineması içinde diğer ülke sinemalarına göre hep biraz farklı olmuştur.sinemayı sanat olarak yüceltmesi,filmlerin ana unsuru olarak hepsi birbirinden çok farklı karakterleri insani yönlerini de öne çıkararak bizlere sunması,hikaye anlatımında özgün bir dili benimsemesi ve sinema tarihinde sayfa kapayıp sayfa açacak ekolleri yaratmasıyla Fransız sineması birçok alanda hep öncü olmuştur.Truffaut ve Godard Fransız sinemasında özel yerleri olan iki özel yönetmen.bence kadınları ve kadın ruhunu en iyi anlayan iki yönetmen aynı zamanda.bu ister istemez filmlerine,filmlerinde işledikleri konulara da yansıyor.kadınları seven adam olarak Türkçeye çevirebileceğimiz filmimiz bir Truffaut filmi ve genel anlamda kadın erkek ilişkileri üzerine bir film.kahramanımız kadınlara oldukça düşkün,onlarla olmayı seven,hayatın anlamını onlarda bulan,oldukça çapkın,orta yaşlı bir Fransız erkeği.hayatının her köşesinde hep kadınlar olsun istiyor.etrafında onlar olmadığında hayat ona oldukça sıkıcı ve çekilmez gelmekte.hiç erkek arkadaşı yok.hayatında birlikte olmak istediği,ilgisini çekmek isteyip başaramadığı bayan sayısı yok denecek kadar az.kahramanımız çok mu yakışıklı,hayır.pek tabi ki bir çoğumuzun bildiği gibi bayanların erkeklerde aradığı özellikler arasında yakışıklı olmak göreceli de olsa alt sıralarda yer bulur kendine.peki nedir kahramanımızı bu kadar karşı konulmaz kılan.kadın ruhundan iyi anlaması,önce kendisine sonra birlikte olduğu bayanlara dürüst olması,hayatı tutkuyla yaşaması,yaptığı her işte kendine güvenmesi ve kendinden emin olması,güçlü,soğukkanlı ve olaylara hakim olması,kıvrak ve espritüel zekası.daha ne olsun ki.kahramanımız Bertrand Morane sıra dışı bir çocukluk yaşar.bir çok aşığı bulunan annesinin aşk mektuplarını postalamayla geçen bir çocukluk hayal edin.oldukça sıra dışı olsa gerek.belirli bir yaşa geldiğinde ise kadınlar hayatının en önemli ve vazgeçilmez parçası olurlar.hepsinde aradığı farklı bir güzelliği ve çekiciliği bulur.daha sonra hayatına giren bu kadınları anlatacağı bir kitap yazmaya karar verir.yazacağı bu kitapta kendisinde iz bırakan bütün bayanlara değinecek bir anlamda otobiyografisini yazacaktır.kitabı yazmayı bitirdiğinde bizleri şaşırtmayacak bir şekilde kitabı erkek editörler tarafından beğenilmez,fazlasıyla kendini beğenmiş ve ukalaca bulunur.fakat kitabı çok beğenen ve basılmasını isteyen bayan editör kitabın isminin değiştirilmesini ister Bertrand’dan.şövalye olan kitabın adı ”kadınları seven adam” olarak değiştirilir.kitap nihayet basılacaktır.bu süreçte bayan editör de kendini Bertrand’ın çekiciliğinden ve cazibesinden kurtaramaz.çok iyi bir seyir zevki veren ve yazık ki günümüzde pek eşine rastlanmayacak güzellikler barındıran filmimizin finali de kendine yakışır düzeyde hoş ve şaşırtıcı.sinema zevkini doruğa çıkaran filmlerden biri daha,izlenmeli.

night on earth

Amerikalı bağımsız yönetmen Jim Jarmusch’un aynı gece aynı saatlerde dünyanın farklı şehirlerinde geçen taksi hikayelerini anlattığı beş bölümden oluşan filmidir.konu her bölümde aynı olmasına rağmen hikayeler tamamen farklı ve çok yaratıcıdır.her şehirde o şehre özgü insanları,yaşam biçimini,sürücüleri,yolcularıyla tamamen farklı bir manzarayla karşılaşırsınız.Hikayeler arasında siyahi bir Amerikalı ve eski doğu alman arasında geçeni en izlenesi olanlardan biridir.eski doğu alman Helmut New York’ta taksi şoförlüğü yapmaya başladığı gece uzun süredir taksi bekleyen ve hiçbir taksi kendisini almadığı için oldukça üşümüş ve sinirli siyahi Amerikalıyı hiç kuşku duymaksızın taksisine alır.fakat ortada bir sorun vardır.Helmut henüz yeni olduğu için pek iyi araba kullanamamaktadır.ikili ufak bir anlaşma yaparlar.aracı Amerikalı dostumuz kullanacak ama taksi ücretini de kuruşu kuruşuna ödeyecektir.ikili birbirini tanıdıkça çok iyi dost olurlar.aralarında geçen konuşmalar çok absürt ve komiktir.insanların birbirlerine belli koşullanmalarla yaklaşmadıklarında her şeyin daha kolay olabileceğini gösteren eğlenceli bir hikaye.ayrıca Fransa’da geçen Afrika asıllı bir taksi şoförü ve görme özürlü bir bayanın anlatıldığı bölümde oldukça çarpıcı ve güzeldir.

1 Aralık 2009 Salı

hayata nasıl baktığınız önemli,eğer bunu birkaç gün için bile anlamlandırabiliyorsanız bazen bu bir kaç gün koca bir ömürden daha dolu geçebiliyor


Sonsuzluk ve bir gün kısa bir süre sonra öleceğini bilen yaşlı hasta bir adam ve sokaklardan başka sığınacak bir yeri olmayan Arnavut göçmeni sahipsiz bir çocuk.her ne kadar birisi henüz yolun başında olsa da ikisinin de yarına dair çok fazla umudu yok aslında.yaşlı dostumuz hayatta onu yalnız bırakıp ölen eşini çok özlemekte boşluğunu dolduramamaktadır.kızıyla çok sağlıklı bir ilişkisi yoktur,kimi zaman iki yabancıdan farksızdırlar.son birkaç günü sadık dostu köpeğiyle,sokaklarda,dünün muhasebesini yaparak,belki hayatını anlamlandırmanın bir yolunu aramakla geçirmeye karar verir.bu yolculuğunda sokakta rastlayacağı küçük bir çocuk ona bu son gününde uzun zamandır tatmadığı duyguları tattıracaktır.birlikte gezmeye başlarlar.çocukların hayatı kucaklayışlarındaki o sadelik,o saflık,o doğallık hayalleri ve gerçekler arasında gidip gelen ihtiyara biraz olsun nefes aldırır.ihtiyarın deniz kenarındaki bir bankta otururken çocukla arasında geçen diyalogun geçtiği sahne sinema adına çok güzel.hayata nasıl baktığınız,neleri kovaladığınız önemli.eğer bunu birkaç gün için bile anlamlandırabiliyorsanız bazen bu bir kaç gün koca bir ömürden daha dolu geçebiliyor.Eleni Karaindrou’nun müzikleri filmin güzelliğine güzellik katıyor ve gücünü bir kat daha arttırıyor.

Özgürlük her zaman ödenen bedel oranında değerli olur


Thelma & Loise bir yol filmi en başta.Hem de türünün en iyi örneklerinden birisi.Filmimizin kahramanları Thelma ve Loise günlük hayatımızda özellikle de gelişmiş batı toplumlarında sıkça rastlayabileceğimiz ortalama bir hayat sürmekte olan iki iyi bayan arkadaş.Bir şekilde hayatlarının dizginlerini ellerinden kaçırmış,hayatları kontrolleri dışında devam eden, evliliklerinde sıkıntılar yaşayan bu iki arkadaş uzun süreden beri devam etmekte olan ve onları mutsuz kılan bu gidişi iyiden iyiye sorgulamaya başlarlar.Aslına bakılırsa hayatlarında hiçbir şey düşündükleri, istedikleri ve hayalini kurdukları gibi gitmemektedir.Etraflarında gördükleri mutluluk oyunu oynayan,mutlu olmadıkları halde öyleymiş gibi görünmeye çalışan,kendilerini hayatın akışına bırakmış birer birey olmak onları son zamanlarda daha da fazla rahatsız etmeye başlar.Artık dizginleri ellerine almaya,kendileri için bir şeyler yapmaya, onlara yabancı olan bu hayatı kendi çizdikleri gibi yaşamaya yani kısaca yaşamayı yaşamaya karar verirler.Birlikte bir hafta sonu gezisine çıkmanın planlarını yapar kısa süre içerisinde de bu planlarını gerçekleştirmek için harekete geçerler.Çıkacakları bu yolculuk onlara hayatlarının bu dönemine kadar bildiklerinden çok daha farklı bir dünyanın kapılarını açacaktır.Çıkacakları bu yolculuk aynı zamanda ikisi için de iç dünyalarına yapacakları bir yolculuğa dönüşecektir.Film baştan sona temposunu hiç kaybetmiyor ve bir yol filmi olması dolayısıyla da geçilen farklı coğrafyalardan dolayı izleyiciye oldukça iyi bir seyir zevki veriyor.Film akmaya devam ettikçe kendine pek güveni olmayan, hayatta inisiyatif almaktan çekinen , adeta hayatı kenarından izlemeyi seçmiş ya da toplum tarafından bunu seçmeye mecbur kılınmış birinin bu süreçte önemli bir kişisel gelişim yaşayarak olgunlaşma sürecine tanık oluyoruz.Özgürlük her zaman ödenen bedel oranında değerli olur ya işte burada da böyle bir durum söz konusu.Erkek egemen bir dünyada ayakta kalmaya çalışan iki iyi dostun serüvenini anlatan bir kadın filmi diyebiliriz filmimize rahatlıkla.Her ne kadar bütün erkekler aynıdır klişesinin ardına sığındığını söyleyemesek de filmin finalinde de göreceğimiz gibi iyimser olanlar azınlıkta ve yetersiz.Filmin final sahnesinde polis müdürünün arabanın arkasından koşarken ellerini kaldırışı, bir şeyleri değiştirmekteki çaresiz duruşu,bu düşüncemizi doğrular nitelikte.Filmin doruk noktası ise özgürlük unsurunun somutlaştırıldığı üstü açık bir Thunderbird ile uçuruma doğru arabayı sürerek adeta göğe yükseldikleri sahne.

yaban çilekleri

Yaban çilekleri basit; basit olduğu kadar da güçlü bir film.Filmde anlatılanları bu kadar bir süre içerisinde böylesine basit bir dille ve bu denli etki uyandıracak şekilde anlatabilmek büyük bir sinema başarısı.Bir insanın yalnızlığını, daha doğrusu çevresindeki onca insana rağmen pekala yalnızlık içerisinde yaşayabileceğini gösteriyor bizlere.İnsanları tanımanın ne kadar zor olduğunu, bunun bazen yıllar bile alabileceğini gösteriyor.İnsan birini anlayabilmek için önce onu görmelidir.Bakmak ile görmek arasındaki fark.Ve insanın diğerlerini anlayabilmesinin,hayatı anlayabilmesinin en önemli ayağı,insanın hayatı boyunca yapmış olduğu en önemli yolculuk olan kendi içine yapmış olduğu yolculuktur.İşte bu yolculuk sırasında insan ilk önce kendini görür, kendini tanır, kendini dinler.Bu yolculuk sırasında insan bencillikleriyle, hatalarıyla, korkularıyla, gerektiğinde en büyük günah ve kabahatleriyle de yüzleşebilmelidir.Hayatın anlamı belki de budur.Anlayabilmek.Önce kendini sonra da etrafındakileri.İsveççe bir deyimin parçası yaban çilekleri. Gizli bir sığınağınız, kaçacak bir yeriniz, kendinizi iyi hissettiğiniz bir yer varsa eğer ona bu benim yaban çileği bahçemdi diyebiliyorsunuz.Çünkü yaban çilekleri gerçek hayatta; mesela bir orman yürüyüşünde aniden karşınıza çıkıp sadece size sunulan bir hediye gibi ellerinize bırakabilir kendisini.Yurttaş Kane filmini izlerken izleyicinin hissettiği bazı duyguları bu filmde de hissetmesi muhtemel gibi geliyor bana, böylesi bir durum iki film arasında da hikayeyi anlatım tarzı bakımından bir yakınlık kurulmasına yol açabiliyor.Yurttaş Kane filmindeki Rosebud nasıl geçmiş günlerde kalan güzellikleri,özlemleri,yaşanmış ve yaşanılamamış olan bir çok şeyi ifade ediyorsa Yaban Çilekleri de geçmişe duyulan aynı özlemi anlatmakta.Hatta filmde sonlara doğru görülen bir düş sahnesinde “Yaban çilekleri bitti.” cümlesi bu özleme ya da bazı şeyler için biraz da geç kalındığına dair bir gönderme olarak alınabilir mi?Filmin çok iyi başarmış olduğu diğer bir olayda siyah-beyazda çok zor olan ton kontrastı ,ışık karanlık dengesi gibi siyah – beyaz sinema için olmazsa olmazları çok iyi kotarmış olması.Oyunculuk için söylenebilecek tek bir söz bile bulamıyor insan izlediğinde.Victor Sjöström tek başına bir oyunculuk resitali sunmakta,bizlere kalan bunun tadına varmak.İnsanı izlediğinde çok etkileyen filmler vardır.İzlendikten sonra iz bırakır,bazı şeyler eskisi gibi olmaz.Bir çok filme burun kıvırmaya başlar, zor beğenirsiniz.Shawshank Redemption gibi,Cool Hand Luke gibi sizi çepeçevre saran hatta içinize sinen filmler.İzledikten sonra izlemeden önceki siz değilsinizdir.İşte Yaban Çilekleri de öyle bir film.Belki de çağımızda bir çoklarına ulaşılmaz gelen , hatta hiç yaşamadığımız dediğimiz mutluluk yaşamın basitliğinde gizlidir.

kaderin böyle yol belli eğ başını usul usul yürü şimdi

Bir söyleşisinde Demirkubuz aynen şöyle söylemişti;”Aslında bütün filmlerimin adı kader olabilir”.Çok haklı olduğunu söylemeliyim.Kaderin şekillendirdiği hayatlar bu filmde kader işte,kaderi buymuş dedirtiyor insana.Yoksa Uğur’un sonunu bile bile Zagor’un peşinden Anadolu’yu köşe bucak gezmesi,Bekir’in Uğur’un peşinden oradan oraya sürüklenmesi başka nasıl açıklanabilir ki.Hayatta bazı insanlar için oldukça fazla gibi görünen bir çok şeye sahip olmamız bunları bir çırpıda gözden çıkarabilecek kadar aşıksanız hiçte vazgeçilmez değildir.Bir çok sahnede aşk böyle bir şey galiba insana yaptıramayacağı şey yok diyesi geliyor insanın.Seni terk eden herkes her zaman yanında kendilerinden bir parça bırakır mı sorusuna koşulsuz bir evet cevabını beraberinde getiriyor film.Oyunculuk Demirkubuz filmografisinden alışık olduğumuz üzere inanılmaz.Bekir ve Uğur’un performansları göz kamaştırıcı.Sinop genelevindeki tartışma sahnesi ve filmin finalindeki masa başı sohbeti etkileyici.Dikkat edilmesi gereken Bekir’in filmin başlangıcındaki haliyle filmin sonundaki haline bakarak geçirdiği müthiş değişimin filme kattığı ruh ve hava.Mekanlar çok iyi seçilmiş.Böylesi bir hikaye sanki Basmahane’de (İzmir) yaşanmış bir çok yaşama ithafen yazılmış gibi.Türk sinemasında kilometre taşı olabilecek bir film.

sinema ve ben

Sanırım babamın izlediği siyah beyaz western filmleriyle başladı bendeki sinema tutkusu ya da hep vardı da ortaya çıkması özel bir şeye gereksinmeksizin çok kolay oluverdi.Belki önceki hayatımda çok iç içeydim sinemayla kim bilebilir.Yani red kit ve ten ten'den bir süre sonra yaşanan bu hızlı geçişin en mantıklı sebepleri bunlar gibi geliyor bana.Lise yıllarımın henüz başlarında Alfred Hitchcock'la tanıştım.Bu adam;beni gerçek anlamda sinemaya aşık eden eşsiz dahi yani,bence gelmiş geçmiş en iyi yönetmendir.Sonrasında İtalyan yeni gerçekçiliğiyle tanıştım.Fransız yeni dalgasıyla.Film izlemeye ve sinema ile ilgili okumaya devam ettikçe Uzakdoğu sinemasının o kendine özgü farklı lezzetlerini tattım.Yaşım gereği Türk sinemasındaki kayıp kuşağa denk gelmem beni Türk sineması konusunda biraz güdük bırakmış olabilir.Ama Uçurtmayı Vurmasınlar ile başlayan kıpırdanma,Piyano Piyano Bacaksız ile devem eden emekleme ve nihayet Eşkiya ile yeniden doğuş sonrasında merak ve beğeniyle takip edeceğim Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'un başını çekeceği yeni Türk sinemasının ilk nüvelerini oluşturdu.Ama hiç birisi beni Doğu sineması özellikle de İran sineması kadar derinden etkileyip sarsmadı.O denli kendimden ve bana yakın hikayeleri o kadar farklı şekillerde anlatan bu zengin sinema geleneği beni öylesine içten kucakladı ki anlatamam.Bu insanlara bu filmleri yaptıran böylesine bir ülkenin nasıl bir yer olduğunu görmeliyim diyerek,İran ülkesine geziyi kendime bir borç bildim.Ama hayatımın hiçbir bölümünde müstesna filmler ve yönetmenler hariç Amerikan sinemasını kendime yakın hissedemedim.Sinema birçokları gibi benim için hayatımdaki en vazgeçilmez tutkulardan biri halini aldı ve halen de öyle.Demem o ki;sinema yaşanılanı eşsiz ve sonsuz,hayalleri ise gerçeğe dönüştüren sihirli bir hazinedir.Sinema hayattır.

Eskici geldi haanıım,eskiler alırııım,hurdalar alırım.Eskiciiiii