27 Haziran 2010 Pazar

Karanlıktakiler

İstanbul’un ortasında kendisini dünyadan soyutlamış, görünmeyen cam bir fanusun içinde yaşayan bir anne ve bu fanusun dışına çıkmasına izin vermediği oğlu Egemen.Filmin hemen başında Egemen’in çalar saat yerine annesinin sesiyle uyanması aslında bir çok şeyi özetler nitelikte bir giriş olmuş.Anne, kendine ait yaşadığı dünyasında kendi doğruları ve değerleri çerçevesinde yaşamına devam ederken oğlu Egemen’in de farklı bir duruş sergilemesine engel olmaktadır.Oğlu olmadan bir hayat düşünemediği gibi oğlunun hayatının kendi değerleri doğrultusunda devam etmesi en büyük kaygısıdır.Evden dışarıya adım atmaya korkmakta, dışarıdaki her şeyi ve herkesi tehdit olarak algılamaktadır.Neden böyle bu diye baştan peşin hüküm sergileyip içten içe sinir olmak yerine az sabır diyorum.Aslında bana kalırsa hikaye Egemen’in üzerine kurulu ve açıkçası beni daha cezbeden, daha hoşuma giden kısım o taraf olmuş.Gülseren hanım başlı başına ayrı bir dünya, bu dünyanın mecburi sakini Egemen’in hikayesi içinde bulunduğu bu dünyanın havasından suyundan olsa gerek daha bir içe dokunur daha çok şey anlatmak ister gibi.
Egemen bir prodüksiyon firmasında ofis boy olarak çalışmakta fakat annesi kendisini devlet dairesinde memur zannetmektedir.Tıpkı aileyi çok zengin ve asil zannettiği gibi.İş dışında yapacak bir şeyi ve sosyal çevresi olmadığı için vaktinin çoğu ofiste geçer Egemen’in.Pazar gününü bile şirkete gelip motorunu yıkamakla geçirebilecek kadar yalnızdır.Rahatça bir şeyler anlatabildiği ve sohbet edebildiği tek kişi ise şirkette gece bekçiliği yapan tutunamamış müzmin bekar ağabeydir.Onun dışında sanki kimsenin umurunda değildir Egemen.Herkes ona yokmuş gibi davranmak konusunda elbirliği yapmıştır sanki.Açıkçası Egemen de bu duruma alışmış gibidir.İnsanlara merhaba demesinde bile bir çekingenlik, bir eziklik sezilir.Nadiren mutlu olduğu zamanlar şirket müdürü Umay hanımın ona söylediği birkaç tatlı sözün yarattığı sevinç ve heyecandan ibarettir.O kadar saf ve temizdir ki Egemen Umay hanımın çok sarhoş olduğu bir gece kendisine bazen buralardan her şeyi bırakıp gidesim geliyor sözünü unutamaz, kendine yorar.Ertesi gün kapısına dayanır ve hadi gidelim der.Ne olup bittiğinden habersiz olan Umay korkarak kapıyı bile açmaz Egemen’e.Issız ve yalnız cam fanusun içine geri iter onu.Filmi izlerken yer yer gel-git ler yaşamamak mümkün değil.Yeri geliyor sevgiye ve ilgiye muhtaç Gülseren hanıma üzülüyor,sonra hapsolduğu bu hengamenin içinde dayanılmaz bir yaşam süren Egemen’e iç çekiyorsunuz.
Çağan Irmağın filmi özellikle rahatsız edici olarak tasarlamış olması tesadüf değil.Bunu yapmayı istemiş ve başarmış.Zaten duyguları manipüle etme konusunda sinema endüstrisinde bunu en iyi yapan Amerikan sinemasına en yakın bulduğum isim Çağan Irmak.(Bkz. Mustafa Hakkında Her Şey - Issız Adam)Filmde sizinle oynuyor, bunu hissediyorsunuz ama kurduğu atmosfer, anlattığı hikaye ve seçtiği oyuncular bu konuda ona o denli yardımcı oluyor ki pekte göze batmıyor bu gerçek.Gülseren rolündeki Meral Çetinkaya’ ya bayıldım.Bir tiyatro geleneğinden gelmiş olduğu anlaşılıyor.Filmin finaline yakın yemek sahnesi de oldukça çarpıcı.Anne oğul ilişkisi üzerine kurulmuş, içinde gerilim unsurları da barındıran, başarılı bir psikolojik drama Karanlıktakiler.Finalde beraber motora binip gitmeleri bana kült film Harold & Maude ‘ye verilen bir selam gibi geldi.Bu arada unutmadan Vera’ya çok çok teşekkürler.

18 Haziran 2010 Cuma

Nosferatu;eine symphonie des grauens,bir korku senfonisi


Yönetmenliğini F.W. Marnau’nun yaptığı 1922 yılı yapımı beni benden alan filmlerin başında gelen sessiz sinemanın en önemli filmlerinden biridir.Alman ekspresyonizmini kanımca sinema tarihinin en iyi filmi olan Fritz Lang’ın “M” ve “Das Cabinet Des Dr. Caligari” ile birlikte temsil etmektedir.Sinemada Alman ekspresyonizmi dendiğinde akla ilk gelen göze batacak derecede jest ve mimiklerin kullanıldığı oyunculuk, haddinden fazla makyaj, gerçeküstücü dekor, ve siyah beyazı tadından yenmeyecek hale getiren ışıklandırma bu filmimizde de kendini göstermektedir.Ama türün diğer yapımlarından önemli bir noktada farklılık gösterir.Diğer hemen tüm filmler kapalı alanlarda ve stüdyolarda çekilirken Nosferatu açık alan çekimlerini de barındırır içinde.Günümüzde adından pekte söz ettiremeyen alman sinemasının aslında ne kadar sağlam temellere dayandığını gösterir.Kısaca konusuna değinelim;genç Hutter kendisine eski ve virane bir ev arayan Kont Orlock (Nosferatu) ya beğeneceğini umduğu bir ev hakkında bilgi vermek üzere Kont Orlock un gizemli ve korku dolu şatosuna doğru yola çıkar.Şato’da Kont Orlock ile karşılaştığında korkusunu gizlemeye çalışsa da bir an önce işini halledip gitmenin yollarını aramakta gecikmez.Fakat Kont Orlock Hutter ın kız arkadaşının resmini görür ve çok güzel bir boynu olduğunu söyleyerek onu gözüne kestirir.Bundan sonra bir kovalamaca başlar.Kont Orlock bir an önce genç kıza ulaşmanın Hutter ise ondan önce eve varıp kız arkadaşını kurtarmanın peşindedir.Dönemin sinemasal olanakları göz önüne alındığında filmin gerilim unsurlarını ne denli başarılı kullandığı,karakter yaratmaktaki başarısı,hikaye anlatımındaki akıcılık bugünün teknik olanaklarına rağmen eşdeğer bir film yapılamamasıyla daha da iyi anlaşılıyor.Sinema tarihinde yapılan ilk vampir filmi olması ve bu türe yol açması sebebiyle de özel bir filmdir Nosferatu.