31 Ocak 2010 Pazar

Mişto,mişto.Bitmeyen bir çingene masalı:Gadjo Dilo

Gadjo çingene dilinde çingene olmayan anlamına geliyor.Dilo ise çılgın ya da deli manasına.Stephane,yani Gadjo Dilo babasından kalan bir kasette sesinden çok etkilendiği bir çingene şarkıcının izini sürmek için yollara düşer.Çok etkilendiği ve kendisi için çok önemli olan Nora Luca’yı bulmayı kafasına koymuştur.Çingenelerin yaşadığı bir köye varır soğuk bir kış gecesi.Stephane’ı köyde oğlunun hapse atılması nedeniyle üzüntüden kendini içkiye vermiş olan İzidor karşılar.İzidor’un sonu gelmeyen ısrarları karşısında bir şişe votkayı paylaştıkları gecenin sabahında Stephane kendini İzidor’un evinde uyurken bulur.
Köy halkı ilk karşılaşmanın verdiği korkuyla karışık şaşkınlık
içinde bu yabancı adamdan çekinir ve onu kabullenemez.Ama Stephane’nın cana yakın tavırları ve İzidor’un çabaları sonucu Gadjo Dilo kısa bir süre sonra köyden birisi gibi olur.Bir yandan bir parçası olmaktan günden güne daha fazla mutluluk duyduğu köyü tanımaya onlara yakınlaşmaya çabalarken Nora Luca’yı aramayı da ihmal etmemektedir.Ama hep söylenen bir meseldir ya,Uzaklarda arama denir ya.Bazen çok da uzaklarda aramamalı.Gadjo Dilo’yu izlerken sanki daha önce hiç kamerayı görmemiş ve ne olduğunu bilmediği içinde oldukça rahat ve doğal görünen bir insan topluluğunun belgeselini izliyor hissine kapılıyorsunuz.Hele İzidor rolündeki İzidor Sorban.Şapka çıkarmaktan başka söyleyecek söz bulamıyorsunuz. O denli akıllara kazınan bölüm var ki filmde.Eve elektrik getirdikleri bölüm,düğün sahnesi,cenaze sahnesi.Hele gramofon yaptıkları bölümü izlerken sinemanın nelere kadir olduğu ve nasıl mucizeler yaratabileceği karşısında şaşkınlığınızı uzun süre atamıyorsunuz üzerinizden.Acısıyla tatlısıyla sımsıcak bir film.Çingenelerin hayatlarındaki o bütün tatlar,o bütün baharatlar sinmiş filme son zerresine değin.İyi ki çingeneler var,iyi ki çingeneler böylesine masalsı hayatlar sürüyorlar ve iyi ki bize bu hikayeyi var eden Tony Gatlif var.Sonu mu, bir çingene masalının sonu nasıl olur ki?Tıpkı çingenelerin hayatı gibi,kah gülüyorsun,sonra bir bakmışsın boğazın düğümleniyor.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Rocco Ve Kardeşleri

2006 yılında Kars Altın kaz film festivalinde ilk kez izleme şansı bulduğum,İtalyan yeni gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden Luchino Visconti imzalı 1960 yapımı sinema şöleni.Film kısaca italya’nın yoksul bölgesinden kaçarak Milano’ya gelen bir ailenin çözülüşünü ve şehir hayatı karşısında yaşadığı hüsranı anlatmaktadır.Başrollerde Alain Delon,Renato Salvatori ve Annie Girardot yer alır.Bir çok sinema eleştirmeni ve yazarı tarafından gelmiş geçmiş en iyi 100 film arasında gösterilen ve özellikle sinefililerin izlemesi gereken bir film.1937 yılında İtalyan diktatör Benito Mussolini tarafından propaganda filmleri yapmak amacıyla kurulmuş büyük Cine Citta film stüdyolarına inat sinemayı sokağa,insanların arasına yani hayatın kalbine çekmeye çalışan ve bu amaçla doğan İtalyan yeni gerçekçiliğini Ladri di Biciclette(Bisiklet Hırsızları)Le Notti di Cabiria(Kabirya Geceleri) gibi filmlerle birlikte en iyi temsil ettiğine inandığım film."



14 Ocak 2010 Perşembe

Bazı Çocuklar-A Certi Bambini

Sevdiğim bir şair şöyle diyor;Çocukların ulusu yok.Evet hakikaten öyle çocuklar dünyanın her yerinde aynı.Pazarlıksız,sevgi dolu,koşulsuz.Evet aynılar ama her zaman her yerde çocuk kalamıyorlar yazık ki.Rasario,İtalyan mafyasının tabiri caizse merkezi olmuş Napoli şehrinin banliyösünde yaşayan 11 yaşında bir çocuktur.Küçük yaşına rağmen hasta ve yaşlı büyük annesinin bakımını üstlenmiş arda kalan zamanda da hayatın hiçte çocuklara kendi rollerini oynama fırsatı vermediği bu yerde ayakta kalmaya çabalamaktadır.Bu yaşında büyük annesinin sorumluluğunu üstlenmesi onun erkenden olgunlaşmasında önemli bir etken olmuştur.Diğer bir yandan yaşadığı yerde varlığını sürdürebilmenin temeli en az yetişkinler kadar hatta onlardan da fazla yetişkin olmaktan geçmektedir.Küçükten başlayarak suça karışıp karanlık işler çevirmek buradaki çocuklar için en az okula gitmek ya da oyun oynamak kadar doğal görünmektedir.Rasario etrafındaki birkaç arkadaşıyla birlikte sokakların dilini hatmetmeye dursun günler birbirinin aynı geçip gitmektedir.Lakin günün birinde Catarina’yı ilk gördüğü andan itibaren tutkulu bir şekilde bağlanır ona.O yaşta bir çocuktan pekte beklenmeyecek düzeyde Catarina’yı elde etme,onu sahiplenme hırsı kaplar içini,öyle ki erkek arkadaşını onunla birlikte gördüğünde içinde erkek arkadaşına karşı büyük bir nefret ve kinin uyanmış olduğunu görebilirsiniz.Sırf ona daha yakın olabilmek adına yaşadığı yere gidip gelmeye başlar sık sık.Catarina’yı ağır yaralı bir biçimde hastaneye götürdükleri bir gün Rasario’da soluğu hastanede alır.Catarina kan kaybetmekte fakat müdahale etmesi için beklenen doktor bir türlü ortalarda görünmemektedir.Bir süre sonra bağrışmalar arasında doktor gelir,sedyede yatan Catarina’nın nabzına bakar ve gayet olağan ve oldukça umursamaz bir tavır içinde öldüğünü söyler.Gördükleri karşısında öfkesini dizginleyemeyen ve bu durumda sorumluluğun doktora ait olduğunu düşünen Rasario doktoru ayağından vurarak yaralar.İşlediği bu vukuat kendisini bataklık misali günden güne suç dünyasının içine çekecektir.Filmin ilginç bir kurgusu var.Rasario’nun metro yolculuğu sırasında yaşadığı ve kronolojik olarak her zaman birbirini izlemeyen geri dönüşler görüyoruz. Özellikle Rasario rolünde Gianluca Di Gennaro’nun oyunculuğu oldukça iyi.Başta da söylediğim gibi çocukların bir şekilde içinde olmak durumunda kaldıkları büyüklerin acımasız koşullarındaki bocalamaları,çabaları,yaşanmışlıkları anlatılıyor.Elbette İtalya’ya özgü bir durum değil ve dünya üzerinde her yerde,belki yaşadığımız şehrin arka mahallelerinde benzer hikayeler yaşanmakta.Yaşanan ahlaki bunalımlarla özellikle bizden sonraki nesiller için daha da içinden çıkılamaz bir hale gelen dünyamıza;çocukları işaret ederek yüz yüze oldukları,olduğumuz durumu cesur ve oldukça gerçekçi bir biçimde irdeleyen bir film A Certi Bambini.Ama işin asıl dramatik tarafı çocuklar bir süre sonra yaşadıkları bu hayatı kanıksamakta ve etraflarında olanlar hatta işledikleri onca suç onlara oldukça doğal gelmektedir.Yoksa az önce hiç tanımadığı bir adam öldürmüş bir çocuğun hiçbir şey olmamış gibi kısa bir süre sonra futbol oynaması başka türlü nasıl açıklanabilir ki.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Radyo tiyatrosu tadında bir film:Charade

Yolun yarısına gelen ya da merdiven dayayanlar iyi bilirler radyo tiyatrolarını.Hani televizyonların henüz pek yaygınlaşmadığı,radyoların evimizde muteber bir yerinin olduğu,bir sonraki bölümünü heyecan ve merakla beklediğimiz,başladığında cümbür cemaat başına geçip pür dikkat kesildiğimiz radyo tiyatroları.1963 yapımı, yönetmenliğini Stanley Donen’in yaptığı filmimiz gerçek anlamda bir radyo tiyatrosu zevki verdi bana.Filmimiz kendine mekan olarak Paris’i seçmiş.Bir defa bu bile başlı başına çok şey katmış filme.Tıpkı Paris’te Son Tango(Last Tango In Paris)Paris’te Bir Amerikalı(An American In Paris)Paris’i Son Gördüğümde(The Last Time I saw Paris)Serseri Aşıklar (A Bout De Souffle) gibi aklıma ilk gelen filmlere kucak açıp ev sahipliği yaptığı gibi filmimizi de güzelliklerinden mahrum bırakmamış bu güzel şehir. Reggie Lambert (Audrey Hepburn) eşinden boşanmak üzereyken eşi beklenmedik bir biçimde öldürülür.Reggie’nin kocası II.Dünya savaşında OSS’den ortaklarıyla beraber çalmış olduğu parayla birlikte tüm mal varlıklarını da öldürülmeden önce nakde çevirmiştir.Ne var ki bu para da kendisiyle beraber ortadan yok olur.Kısa bir süre sonra bu güzel dul bayan kendisini baş döndüren bir kovalamacanın tamda ortasında buverir.Aralarında Peter Jashua’nın (Cary Grant) da bulunduğu bir çok adam paranın Reggie’de olduğu düşüncesiyle onun peşine düşer.Filmde ciddi anlamda bir isim enflasyonu olduğundan isimleri tek tek belirtmeyi istemedim.Gözü iyice korkan Reggie soluğu Amerikan elçiliğinden bay Bartholomew’in yanında alır.Yaşadıkları ve bir anda kendini içerisinde buluverdiği olaylar hakkında gereken bilgileri bay Bartholomew’den alınca işin vahameti ve içerisinde bulunduğu tehlikenin büyüklüğü konusunda korkusu bir kat daha artar.Paranın izini süren bu adamlar bir süre sonra teker teker öldürülmeye başlarlar.
Etrafında olup bitenlerle zihni iyice karışan,kimin iyi kimin kötü olduğu konusunda karar vermekte zorlanan ve her yeni gelişme karşısında kime güveneceğini şaşıran Reggie bu süreçte Jashua’ya yavaştan aşık olur.Ne var ki hislerine karşılık bulduğu söylenemez.İkilinin arasında geçen diyaloglar oldukça eğlenceli ve esprili.Yaşananlara sebep paranın akıbeti gizemini korudukça filmdeki gerilim unsuru giderek tırmanıyor taa ki her şeyin belirginleşeceği ve izleyenleri sürprizlerin beklediği final bölümüne dek.Hitchcock filmlerini andıracak tarzda bir finale sahip filmimiz.Zaten Hitchcock hayranı her on kişiye yönetmeni gizlenerek bu film izletilse ve sonunda yönetmeni kimdir diye sorulsa eminim en az yarısı Hitchcock cevabını verecektir.Charade;barındırdığı gerilim unsurları,sonuna kadar olayların gizemini koruması,yaratıcı finali ve nüktedan karakterleriyle izleyene umduğunun fazlasını veriyor.Cary Grant,Audrey Hepburn ve Walter Matthau ‘yu da bir arada izleyebiliyor olmak cabası daha ne olsun.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Stranger Than Paradise


Coffee and Cigarettes ve Dead Man gibi kült filmlerin altında imzası bulunan bağımsız yönetmen Jim Jarmusch’un ilk filmlerinden Stranger Than Paradise.Willie hayatını at yarışlarından ve ara sıra katıldığı kumar partilerinden kazanmaya çalışan“Amerikan Rüyasının” kıyısında köşesinde kalmış kendi halinde bir gençtir.Ha bir de söylemeden edemeyeceğim;kendisiyle telefonda Macarca konuşan halasına ingilizce konuş diyebilecek kadar da geçmişini,özünü unutmuş biridir.Günün birinde Willie’nin kuzeni yeni bir hayata başlayabilmek umuduyla Macaristan’dan New York’a gelir.Hava alanından ayrılıp Willie’nin evine gelmek üzere şehrin arka mahallelerinden birindeki yolu arşınladığı sahneye dikkat diyorum.Zira ben böylesi uzun bir şaryo eşliğinde,kameranın hiç kıpırdamadığı,tek açıdan çekilmiş,yürüyen birinin bu kadar uzun süre aynı açıdan çekildiği başka bir plan hatırlamıyorum.Üstüne bir de Eva’nın elinde taşıdığı portatif kaset çalardan yükselen screaming jay hawkins’in söylediği “ı put a spell on you” eklenince “amanin boo diyorsunuz,müthiş şeyler izleyeceğim,belli”.Yani ilk dakikadan zevkin doruklarına çıkarıyor sizi Jarmusch.Eva’nın Cleveland’da yanında kalacağı halası bir süre hastanede yatacağından Willie’den kısa bir süre Eva’yı misafir etmesini ister.Eva ile Willie’nin ilk buluşması pekte sıcak ve dostane değildir doğrusunu söylemek gerekirse.Willie ve Eva her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar ve ilk zamanlar pek iyi anlaşamasalar da zamanla birbirlerine alışırlar.Hatta Eva’nın ayrılma zamanı geldiğinde Willie’nin bu duruma üzüldüğünü fark ederiz.Günün birinde Willie arkadaşı Eddie ile katıldığı bir kumar oyununda parsayı toplar.Artık paraları vardır.Soluğu Cleveland’da Lotte Hala’da kalan Eva’nın yanında almaya karar verirler.Eva belki de büyük umutlar besleyerek geldiği Amerika’da umduğunu bulamamış ve yaşadığı hayattan çok sıkılmaktadır.Willie ve onun en yakın arkadaşı Eddie’yi karşısında görünce hem çok şaşırır hem de çok mutlu olur.Cleveland’da kaldıkları birkaç gün içinde oldukça sıkılan iki kafadar tam da dönüş yolundayken fikir değiştirir,yanlarına Eva’yı da alarak Florida’ya gitmeye karar verirler.Bundan sonrası sürprizlerle dolu.Ama şunu söylemeliyim ki filmin sonu sürpriz olduğu kadar beklentilerden ve umulandan uzak.Filmimiz gerçekten bazen absürd,bazen komik,bazen de insanı durup düşünmeye sevk eden cinsten bir film.Jarmusch sineması inanılmaz anlamda minimalist ve bir o kadar da yaratıcı bir sinema.Yani bu ikinci filmini görünce sonraki filmlerini izlememiş olsanız bile bu adamı takip etmeli,bunda hayat var,kim bilir daha anlatacak ne öyküleri vardır diyorsunuz.Hani bu sinemaya biraz aşina olunca film çekmek için herkesin düşündüğü gibi elinizde çok eşsiz bir hikaye,Spielberg misali inanılmaz imkanlar ve maddi güç,müthiş teknik imkanlar ve çok geniş ve kapsamlı bir teknik ekibe ihtiyacınız olmadığı pekala ayan beyan ortaya çıkıyor.Yani bu kadar basit bir hikaye böylesine çarpıcı ve yaratıcı biçimde ancak bu kadar güzel anlatılabilir.Batı toplumlarında yaşanan insanın kendine yabancılaşması,topluma yabancılaşması,gittikçe yüzeyselleşen ilişkiler,insanların birbirlerine benzetilip basmakalıp ilişkiler yaşayan ezber bir toplum oluşturulması çok iyi anlatılmış.Filmin bir diğer artısı da bence siyah beyaz oluşu,yani izlediğimde bir çok yerde iyi ki renkli değil.Bu film siyah beyaz olmalıydı yoksa bu kadar iyi olamazdı dedim.Yani nasıl ki The Man Who Wasn’t There(Orada Olmayan Adam) filmi renkli bir film olamayacaksa bu da olamaz.Oyunculuklar oldukça iyi.Willie ve Eva göz dolduruyorlar.Özellikle Eva’nın ben farklıyım diyen o Doğu Avrupalı havası etkileyici.Ama asıl,az görünmesine rağmen en eğlenceli unsurlardan biri Lotte Hala.Özetle bendeki Jarmusch neylerse güzel eyler düşüncesini bir kat daha güçlendiren iyi bir film Stranger Than Paradise.